19 Temmuz 2010 Pazartesi

Oradan Buradan...

          Dünya Kupası o kadar canımı sıkmıştı ki başlarda, kendi kendime "tek tek analiz yapmaya değmez, bitsin öyle yazarım" demiştim. Bu kararımda üşengeçliğin etkisi yok mu? Var. Bir de yeterli odaklanmayı yaşayamadığınızda yazı yazmak iyice zorlaşıyor. Yolculuk, üşengeçlik, memnuniyetsizlik vs. derken bugün yazmaya karar verdim. Özlemişim de...
         Herkes gibi ben de sıcaktan şikayetçiyim. Ne kadar son 2 gündür yanımda olan çok değerli bir varlık bana bunu unuttursa da evet, şikayetimi savunuyorum, insana yapılmaz böyle sıcak.

          İspanya'yı kutlayarak giriş yapıyorum yazıya, ülkenin çok büyük hayalini gerçekleştirdiler bir şekilde. Ruh vardı, ne kadar hakettiler tartışılır ama artık zamanı gelmişti sanırım. Uruguay'a üzüldüm, Messi'ye üzüldüm, Hollanda'yı çözemedim turnuvada...

          Tehlikeli bir noktaya temas ediyorum, çoğunluk da benimle aynı fikirdedir diye tahmin ediyorum müzisyen kesim için, çalışmak istemiyorum hiç. Olduğum yerde oturuyorum yanımdaki çok değerli varlıkla, çok seviyorum onu. Evlenmedim, vantilatörden bahsediyorum. 2 günde çok büyük güzellikler yaptı, ve sadece dönmesi yeterli oldu.

          Diğer yandan nedense aklıma Michael Jackson geliyor sürekli.
          Özellikle "she's out of my life" adlı şarkısının sonunda alenen ağlaması, beni de bitiren bir etken. Her seferinde de "kıyamam sana" demem cabası, özlüyoruz...

          Bir hastalığımı farkettim yazmadığım sürede. Marmaris'te bulunduğum 9 gün içinde bir yer keşfettim, televizyon dışında hiçbir yerde görmediğim formaları orada buldum. En beğendiğim 7 tanesine de sahip oldum, gerçekten hala heyecanlı olabilirim. Futbol konusundaki bu koleksiyon aşkım çok büyük yani, onu farkettim işte.
          Marmaris'te bulunduğum süre dedim ya, o sürede bir de İngiliz aksanından tekrar tiksindim. Adam birşey demeye çalışıyordu el sallayarak bana ama, 3 kere söyledikten sonra dayanamayıp gitti, gittikten sonra arkasından türlü mantık çalışmalarıyla "si yu leytır" dediğini kabullendim. "Siyağaytsiyah" bütünlüğünü algılayamamıştım maalesef zamanında, ama önemli bir kayıp olmadığını düşünüyorum, adam çoktan gitmişti...

          Geçen gün Toy Story 3'e gitmiş bulundum. Sanat yapmış Pixar yine. "Daha ne kadar ilerleyebilir ki?" dediğimiz anlarda bile adamlar ilerletiyor işi, ruhumuz duymadan. Filmden çok aklımda kalan, 3 boyutlu gözlüklerin hoşuma gidişi ve filmden önce verilen kısa film tadındaki "Day & Night" isimli çalışma.
          Eurovision'da İsrail adına yarışmaya katılan Harel Skaat'a da o şarkıyı söylediği için teşekkür ediyorum, final gecesinde ne kadar son bölümün içine etmiş olsa da, klip versiyonu dört dörtlük, kusursuz şarkı "Milim". Bunları yazarken Yasmin Levy geliyor aklıma, engel olamıyorum, Me Voy diyorum, konuyu kapatıyorum.
          Fazıl Say'ı "ülke için büyük bir umut ve şans" olarak görenleri aydınlatmak istiyorum, söylemeden edemeyeceğim bunu. Fazıl Say hiçbirşey değil bu ülke için, sevmeniz için de hiçbir sebep yok, aksine sevmemeniz için çok sebep var.
          Glee dizisindeki sesler felaket gerçekten, arkadaşım sayesinde tanıştım diziyle. Belli kesitler gördüm ve "tamamdır" dedim, denemeye değer.
          Biriktirmişim yazmadığım zamanlar içimde ama pek de önemli şeyler değil gibi geldi bana.
          Fakat iyice öğrendiğim birşeyi paylaşmak istiyorum insanlık adına, önemli olduğunu düşündüm. İnsanlar özellikle günümüzde çok sahte. Ne yapacağını bilemeyip oradan buradan kendine kişilik kırpan o kadar çok insan var ki, anlatılamaz. İnsan kelimesi aslında çok büyük sorumluluk ister, insan olmak bambaşka bir ayrıcalıktır. Diyeceğim şu ki, maalesef bunun unutulduğu bir zamandayız. Herkesten herşey beklenir oldu, herkes kendini "en iyi" zannediyor, herkes kusursuz kendine göre. İleri derecede umutlu bir düşünceniz varsa karşınızdaki insanla ilgili, lütfen acı çekmemek için şunu dikkate alın; Karşınızdaki insan dünyanın en güzel gülüşüne sahip olsa da, bir kerede güvenmemekte fayda var, böyle bir gaflette bulunmak sizden birşeyler alıyor sonunda deneyim olarak geri dönse de, yer ediyor içinizde, tedbiri bırakmamak lazım elden. Herkesi kendiniz gibi düşünmeyin, "o yapmaz" demeyin yani, bir yapar dağılır kalırsınız :)
Her neyse, geçtim.
           Michael Bublé'ye rastladım televizyonda dün, Chris Isaak'in programı varmış, ona katılmış. Adam çok rahat, takdir edilesi bir insan.
Chris Isaak diyor ki; "Seni Frank Sinatra'ya benzetiyorlar, Elvis'e benzetiyorlar, benzetildiğin başka isimler de var. Bu konuyla ilgili neler söyleyebilirsin?
Michael Bublé gülümseyerek cevap veriyor; "Evet birçok isime özenirim şarkı söylemek söz konusu olduğunda, 16 yaşımda taklit etmeye başladım. Stevie Wonder'ın gırtlağını kasarak ortaya çıkardığı name için çalıştım, bazen Sinatra, bazen Dean Martin olmaya çalıştım, Elvis harika bir oyuncuydu, gelmiş geçmiş en iyisi bana göre ve kesinlikle o kusursuz. Bazen Michael Jackson gibi söylemeye çalıştım, bazen de Tony Bennett, Harry Connick...
Kendi şarkı söyleme sesimi çok geç buldum ben.
Bir gün Tony Bennett'a rastladım ve onu kendisine taklit ettim.
Güldü ve bana şöyle dedi: "Eğer bir kişiyi taklit edersen bu hırsızlık olur, birden fazla kişiden birşeyler alabilip güzel dışa vurduğunda bu araştırmaya girer." Bu yüzden herşeye açıktım.

          Michael Bublé harika insan diyorum, yetinmiyorum, şiddetle bütün albümlerini de öneriyorum utanmadan.

        -Önemli duyuru;
          Bu sıcaklarda iyi bakın kendinize, içkinin dozunu kaçırıp kalp krizi riskini yükseltmeyin, bu ciddi konuyu dikkate alırken, duyarlılığımın hastası olunuz.
          Şimdi gidiyorum, dönüşüm nasıl olur bilemem. Alışın diye böyle bir ısınma yazısına başvurdum, hava soğusun dileklerimle, hoşçakalın...