2 Aralık 2010 Perşembe

Her Eve 1 Mirket


          Son günlerde gerçekten düşünüp, kendimi yediğim konu, hakedilenin alınamamasıdır. Üstüne üstlük zerre haketmeyen insanın sahip oldukları var bir de... Lackawanna adlı grubu bilen bilir, en az 2 yıldır çaldığım grup. Piyasadaki en iyi gruplardan birisi kalite olarak, bana göre. (Kendi grubum diye söylemiyorum. klişe*)  Kaliteli müzisyen geliyor, istedikleri belli; askeri bandoda çalan adam geliyor, çalabildikleri ortada olduğu için istediği de 50 lira mesela. Bu işletmeci neden kaliteli müzisyene 150-200 lira para versin ki? Nasıl olsa 1/3'ine yapan adam bulunurken ne gerek var, insanlar oturmaya geliyor oraya!? Yazık oluyor çok, bir yığın yetenek belki de parlamadan sönüyor. Gerçekten üzücü. Ülke zaten rezalet durumda, çeşitli şekillerde insanların beyni yıkanmaya çalışılıyor, çoğunda başarılı da olunuyor. 3 yıl sonra ne müzik, ne sanat, ne de başka birşey kalır burada. Gerçekten şansıma üzülüp, zavallı Türkiye'den iğreniyorum artık. Türkiye'de Türk kalmadı desem yeri, anlayın işte. Böle böle harika bir yere dönüştü, satıla satıla... Sinirleniyorum, böyle olmamalıydı...
           Bu kadar zaman yazmamışım, daldan dala atlamadan olmaz. Haber vereyim de şaşırmayın sonra. Öncelikle şu "İddaa"yı allah kahredebilir. Çünkü West Ham rüyasında bile Manchester United'ı 4-0 yenemez. Her ne kadar ruhumda West Ham yatsa da gerçekçi olalım. Bu kadar önemli değil aslında maç falan. Mevcut insanlık kavramının da sayılı süresi kaldı. Şurda görgüsüzü, uğursuzu toplasan azınlık biziz, yalan yok; ve bunu da üzülerek söylüyorum tabii... Hakedenin çok az olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Abuk sabuk ne iş varsa yapanlar köşeyi dönüyor. Aslında aklımda bir fikir var. Nasıl olsa herkes sigara içiyor, çakmakla İstiklal Caddesi'nin ortasında dikilsem? Bana kötü fikir gibi gelmedi en azından. Elimdeki tellerin alınması da ayrı bir mutluluk oldu, bayağı özgürüm artık; Alışveriş merkezlerindeki kapı kontrolünde ötmek yok artık... Halı saha maçlarına da başlayabilirim kış tam anlamıyla gelmeden, Aralık ayında arı var ortalıkta. Değişti, bozuldu dünya olduğu gibi.
                                         
          Bu arada yeni "Karate Kid" i izledim ve çok hoşuma gitti. Jackie Chan zaten dövüşmüyor sanat yapıyor, o ayrı bir durum. Fakat Jaden Smith olacak ufaklık kesinlikle oyuncu doğmuş. Will Smith iyi yetiştirmiş ki, gözü açık ağlayabilen çocuk(!) oyuncu gördü insanlık. Dakota Fanning ve Jaden Smith sırtlar artık iyice Hollywood'u gelecek nesillerde...
Yorgunluğum yine yazdıklarımı sabote etmek üzerek, bence benim artık bilgisayar başından kalkmam gerekmekte. Kendimi de bilirim huyum kurusun. Bu dönüş yazısı olsun, elim kırıldıktan sonra hiçbirşey yazmak istememiştim ama artık tekrar isteyebiliyorum; bu güzel sanırım.
          Yazının sonucuna gelecek olursak, bu yazıyı okuyan okumayan herkesin yurtdışına kaçması lazım. Güzel bağladım evet, karışmayınız. Tekrar görüşmek üzere; hoşçakalın...

27 Eylül 2010 Pazartesi

Son...


          Dışarıda kar vardı, soğukla beraber ölümün sessizliği vuruyordu puslu pencereden her baktığımda yüzüme. Pencerenin başından ayrılmadan hafifçe başımı çevirdim kulübenin kalan kısmına, derin bir nefes aldım anılara bakarak. Sırtıma aldığım battaniye bile etkisini kaybediyordu ama artık,  içime çektiğim derin bir nefes değil; küçük bir buz parçasıydı sanki, ürperdim. Tüm sevdiklerimi kaybettiğim iki odacıktı bulunduğum yer altı üstü… Tek başıma daha ne kadar idare edebilirim burada hiçbir fikrim yok, herşey beni sıkmakla beraber bezdiriyor çünkü. Kitap mı okumadım, müzik mi yapmadım, yemek mi yemedim? Hepsini yaptım, ve evet; yemek yemekten bile sıkılıyorum, bu bile bezdiriyor artık beni. Ne yapmam gerektiğini bilemiyorum.
          Sanki küçücük, temiz havadan uzak, bir adım çapında karanlık, boğuk bir bodrum katına kilitlenmişim ve çaresizce bekliyorum. Sanki üstüme kapanmış bir kapağın çatlamasını ve aradan güneş ışığının bana ulaşmasını diliyorum. Artık tutunacağım hiçbir şey yok, ne sarılacağım bir karım, ne hafta sonları beni bisiklete bindirecek bir babam, ne de başını okşadığımda hüznümü unutturacak köpeğim… O bile bıraktı beni, iki yıldır yok her sabah terliklerimi önüme taşıyarak "günaydın" diyen Bruno.  Her sabah masamın başına geçip pipomdan yükselen tatlı dumanlar arasından birşeyler karalıyorum sadece, bir de kahvem var, gözlüğümü buğu yapsa da iyi geçiniriz. Yazıp çizmekten, emektar masamdan, pipomdan ve kahvemden art niyet beklemem, hayatım boyunca yüzümdeki çizgiler kadar tedbir kullandım ne de olsa. Çok gördüm, meleğiyle şeytanıyla bir yığın varlık geçirdim hayatımdan. Zararı dokunmaz kahve çekirdeğinin, bu koku beni son zamanlarımda gülümsemeye en çok yaklaştıran şey. Evden çıkmak istemeyi o kadar özledim ki aslında… Ah yaşlı Mauricé, Penelopé ile geçirdiğin koca ömrün yarısı küçük kulübene göz kulak olan bu ormanı dolaşmakla geçti. Karımı çok severdim, en büyük keyfimiz bu yaşlı ormanın içinde keşfe çıkmaktı. İçinde küçücük balıklar olan berrak bir dere gördüğümüzde mutluluğumuz paha biçilemez olurdu… O kadar uzaktık ki herşeyden, birbirimiz varken o kadar gereksizdi ki bizim dışımızdakiler… Başı omzuma dokunduğunda, saçlarının kokusu öyle bir işlerdi ki içime, gözlerimi kapatmaktan başka bir çarem kalmazdı. Yaşadığım en güzel rüyaydı Penelopé, güzel meleğim benim…
          Gitmeyi bekliyorum artık, sonu olan, fakat sonu görünmeyen merdivenleri bekliyorum. Beyazı hakedebilmişimdir umarım, her gün bunları düşünerek uyuyorum sallanan sandalyemde, ve sabahında kendi sandalyemin gıcırtılarıyla uyanıyorum. Ne kızıyorum, ne mutlu oluyorum, yaşadığım hissizliği hissedebiliyorum yalnızca. Ben bu değildim, ben severdim yaşamayı, attığım her adımda yeni bir şey öğrenebilme şansını severdim. Ben herkesin risk saydığını fırsata çevirmeyi severdim. Ben gökyüzüne bakarken burnuma aniden çarpan reçine kokusunu severdim… Şimdi bulanıklıkla başbaşayım, kendime soru soramaz oldum, sorabildiğim sorulara da en iyi cevabım “bilmiyorum”...
          Bu gece gözlüğümü başucuma bırakıp uykuya daldıktan sonra, yüzeye bir daha çıkamayacağımı söylüyor içimden bir ses. Sevdiklerimden geriye bir ben kaldım, bu hoşuma gitmiyor tabii ki. Bu satırları yazarken döktüğüm şeffaf ve kırmızı gözyaşlarımı silip, beni sarılarak teselli edecek annem de yanımda yok şimdi, keşke elinin sıcaklığını hissedebilsem. Ama keşkelere yer yok, buna inandırmıştım kendimi onlar gittiğinden beri; ayaktaydım bunca yıl, onlar olmadan düşmemeyi ve düşünebilmeyi başardım. Aynı acımasız hayat, şimdi bana sinsice gülümseyerek saati gösteriyor ve ekliyor; “uyku vakti”…
 

21 Eylül 2010 Salı

Re-Sim'siz...

          Tekrar buradayım, uzun bir ara oldu gerçekten. Öncelikle ortalarda görünmediğim süreçte öğrendiğim ilk şey; bütünleme güzel birşey değil. Dört tane ders verdim, yine çalışmadan. Neye güvendim anlamadım aslında, ama neyi ne zaman ciddiye alacağımı anladım sanırım. Çok şey gördüm aradan geçen zamanda, siz de görüp yaşamışsınızdır şüphesiz. Tatsız durumlarla da karşılaştım, gecenin bir yarısında eve yürürken karşı kaldırımın kana bulanmış olmasını görmek güzel değil sonuçta, ambulans, polisler, ne yapacağını bilemeyen koşuşturan bir iki insan... Kan şekerim düşüyor sanki böyle şeyler görünce, içim geçer hemen. Çenemden başlar titreme, dizlerime, topuklarıma kadar iner. Fazla etkileniyorum, eve girdiğimde kendime bir bardak su koyarken aklımda hala gördüklerim oluyor, başımı yastığa koyduğumda o karelerle uyuyorum, onlarla uyanıyorum. Kalbimin üstüne balık ağı atılıyor sanki, kalp atışlarım hızlandıkça karanlık basıyor içime; böyle garip hissediyorum işte, yine karardı içim...
          Siyah örtüyü üstümüzden kaldırıp atmak için silkeleniyorum şimdi. Gece gözünüzü aralayıp saatin 4.00 olduğunu görürsünüz de çaresizce tekrar uyumaya çalışırsınız ve bunu başaramazsınız ya, işte o kasvetli anlardan öğlen 11.00 gibi pek şirin bir saate atlatmayı düşünüyorum bizi.
          Çevremde sevdiğim insanların mutlu olması kadar zevk aldığım birşey yok son zamanlarda, etkim olsun, olmasın farketmez. Hep gülmelerini istiyorum. Gülümseme ya da sırıtma değil ama, gülecekler. Ne kadar rezil kişiliğe sahip zavallı kuklalar olsa da etrafımda, hepsinin farkındayım. İşte onları dengelesin diye de yukarıdaki yanıma birkaç melek insan serpiştirmiş. Adaletsizlik en katlanamadığım şeydir fakat bu ezici üstünlüğümüz çok hoşuma gidiyor yahu, pek keyif alıyorum çaresiz çırpınışlarından, nasıl olsa acımaya değmeyecek; geri dönüşümü imkansız varlıklar... Geçtim.
          Son günlerde yokluğunu en çok hissettiğim şey ailem olsa da, masa tenisine çok bağlanmışım be... Futbolu daha çok özledim ama ne olursa olsun, en son maçımın üstünden 1 hafta geçti ve çıldırıyorum sol kanattan depara kalkmak için. Şu barındırdığım formaları da olabildiğince kullanmak istiyorum, hastalık haline geldi forma sevgim. "Koleksiyonculuk" adlı çok sevdiğim zaafımın bu konuda patlak vereceği aklıma gelmezdi. Sahip olduğum bütün formaların benimle kesişen mantıklı bir hikayesi olduğunu düşünüyorum aslında, bakalım var mıymış hemen gözden geçirelim.
          Tottenham : Hem ev sahibi, hem deplasman forması bulunuyor. Bu takıma sempatim dört yıl öncesine dayanır. Playstation'da beraber 3 sezonumuz geçmiştir şampiyonluklarla, şu sıralar yine köklere döndüm ve onlarla oynuyorum, seviyorum sizi Hotspurs!!
          West Ham : Bilen bilir, Green Street Hooligans fena filmdir. Film sayesinde kulüp bir fanatik daha kazandı bu kadar söylüyorum. UNITED!
          Arsenal : Renkleri hoşuma gider, antipatim Manchester United'ın ezeli rakibi olduğu içindi ama takımı son iki yıldır takdir ederek sevmeye başladım. Sürekli genç kadro, sürekli başarılı pas, sürekli güzel futbol görüyorum. O yüzden haksızlık edemedim, mutlaka bulunması gerek koleksiyonda.
          Manchester City : Dünya markası oldular bile, çok sevdiğim oyuncuları renklerine kattıkları için takım da gözüme hoş gelmeye başladı paralel olarak.
          Chelsea : Siyah en sevdiğim üç renk arasında bulunur, deplasman formasını uygun gördüm ben de bu yüzden. Drogba her takıma lazım bir de, arkasında onun adının yazması önemli etkendir.
          Celtic : Celtic forması simge olmuş durumda zaten, enine çizgi deyince aklıma ilk gelen şeydir. Bursa'yı da andırdığı için daha bir seviyor olabilirim belki, bilemedim.

          AC Milan : Futbol hastası olanların hepsi Ronaldinho sayesinde en az iki hareket öğrenmiştir, yeniden parladığı bu dönemde çocukluk aşkım Milan'ın forması vazgeçilmez bir parça halini alıyor.
          Valencia : Her zaman sevdiğim bir takım oldu Valencia, ne zaman yenilse üzülürüm o derece. Takımın geçen yıl maskotu haline gelen David Villa'nın adı yazıyor arkasında, torunuma gösteririm işte, "bu adam bu takımda patladı çok fenaydı" gibi cümleler kurarak.
          Galatasaray : Canımı sıkıyor çoğu zaman ama gurur duyuyorum, tuttuğum takım yani pek birşey demeye gerek yok.
          Arjantin : Trabzonspor'u andıran bir Messi forması yerine, Lacivert-beyaz deplasman formasını tercih ederim, Arjantin candır.
          Hollanda : Portakalı severim. Gülme.
          Almanya : Son iki sezonun beyaz formaları ve siyah deplasman forması mevcut, Schweinsteiger adı altında. Panzerciklerim benim.
          İspanya : Siyah ve lacivert arasındaki güzel formanın arkasında da David Villa yazmakta, karşı koyamadım.


          Sanırım bu kadardı, önceden duran Liverpool ve Manchester United'ı saymadım yani artık. Çok seviyorum futbolu çok, anlatamam. Yazmaktan sıkılır gibiyim, çünkü ilgim dağıldı futbol işin içine girince. Küçük bir detay; PES 2011 oynadım demo halinde, çok gerçekçi ve şiddetle tavsiye ederim. Şimdi film izlemek üzereyim, başını biraz görmüştüm uyumak üzere olduğum için devamı gelmemişti. Benden kaynaklanan bir durumdu kesinlikle, film harika ilerlemekteydi. İsim de veriyorum; Shelter. Jonathan Rhys Meyers ve Julianne Moore başrolü paylaşıyor. Onu da şiddetle tavsiye etmeyeyim şimdi vahşetin çağrısı gibi oldu blog.
         
          Böyle de bir anda bitiririm yazıyı, sonuca nasıl geldik anlamadınız değil mi? Yaaa işte sağ gösterip sol vururum ben böyle. Saçmaladığımın farkına varıp gidiyorum, hadi iyisiniz yine...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Oradan Buradan...

          Dünya Kupası o kadar canımı sıkmıştı ki başlarda, kendi kendime "tek tek analiz yapmaya değmez, bitsin öyle yazarım" demiştim. Bu kararımda üşengeçliğin etkisi yok mu? Var. Bir de yeterli odaklanmayı yaşayamadığınızda yazı yazmak iyice zorlaşıyor. Yolculuk, üşengeçlik, memnuniyetsizlik vs. derken bugün yazmaya karar verdim. Özlemişim de...
         Herkes gibi ben de sıcaktan şikayetçiyim. Ne kadar son 2 gündür yanımda olan çok değerli bir varlık bana bunu unuttursa da evet, şikayetimi savunuyorum, insana yapılmaz böyle sıcak.

          İspanya'yı kutlayarak giriş yapıyorum yazıya, ülkenin çok büyük hayalini gerçekleştirdiler bir şekilde. Ruh vardı, ne kadar hakettiler tartışılır ama artık zamanı gelmişti sanırım. Uruguay'a üzüldüm, Messi'ye üzüldüm, Hollanda'yı çözemedim turnuvada...

          Tehlikeli bir noktaya temas ediyorum, çoğunluk da benimle aynı fikirdedir diye tahmin ediyorum müzisyen kesim için, çalışmak istemiyorum hiç. Olduğum yerde oturuyorum yanımdaki çok değerli varlıkla, çok seviyorum onu. Evlenmedim, vantilatörden bahsediyorum. 2 günde çok büyük güzellikler yaptı, ve sadece dönmesi yeterli oldu.

          Diğer yandan nedense aklıma Michael Jackson geliyor sürekli.
          Özellikle "she's out of my life" adlı şarkısının sonunda alenen ağlaması, beni de bitiren bir etken. Her seferinde de "kıyamam sana" demem cabası, özlüyoruz...

          Bir hastalığımı farkettim yazmadığım sürede. Marmaris'te bulunduğum 9 gün içinde bir yer keşfettim, televizyon dışında hiçbir yerde görmediğim formaları orada buldum. En beğendiğim 7 tanesine de sahip oldum, gerçekten hala heyecanlı olabilirim. Futbol konusundaki bu koleksiyon aşkım çok büyük yani, onu farkettim işte.
          Marmaris'te bulunduğum süre dedim ya, o sürede bir de İngiliz aksanından tekrar tiksindim. Adam birşey demeye çalışıyordu el sallayarak bana ama, 3 kere söyledikten sonra dayanamayıp gitti, gittikten sonra arkasından türlü mantık çalışmalarıyla "si yu leytır" dediğini kabullendim. "Siyağaytsiyah" bütünlüğünü algılayamamıştım maalesef zamanında, ama önemli bir kayıp olmadığını düşünüyorum, adam çoktan gitmişti...

          Geçen gün Toy Story 3'e gitmiş bulundum. Sanat yapmış Pixar yine. "Daha ne kadar ilerleyebilir ki?" dediğimiz anlarda bile adamlar ilerletiyor işi, ruhumuz duymadan. Filmden çok aklımda kalan, 3 boyutlu gözlüklerin hoşuma gidişi ve filmden önce verilen kısa film tadındaki "Day & Night" isimli çalışma.
          Eurovision'da İsrail adına yarışmaya katılan Harel Skaat'a da o şarkıyı söylediği için teşekkür ediyorum, final gecesinde ne kadar son bölümün içine etmiş olsa da, klip versiyonu dört dörtlük, kusursuz şarkı "Milim". Bunları yazarken Yasmin Levy geliyor aklıma, engel olamıyorum, Me Voy diyorum, konuyu kapatıyorum.
          Fazıl Say'ı "ülke için büyük bir umut ve şans" olarak görenleri aydınlatmak istiyorum, söylemeden edemeyeceğim bunu. Fazıl Say hiçbirşey değil bu ülke için, sevmeniz için de hiçbir sebep yok, aksine sevmemeniz için çok sebep var.
          Glee dizisindeki sesler felaket gerçekten, arkadaşım sayesinde tanıştım diziyle. Belli kesitler gördüm ve "tamamdır" dedim, denemeye değer.
          Biriktirmişim yazmadığım zamanlar içimde ama pek de önemli şeyler değil gibi geldi bana.
          Fakat iyice öğrendiğim birşeyi paylaşmak istiyorum insanlık adına, önemli olduğunu düşündüm. İnsanlar özellikle günümüzde çok sahte. Ne yapacağını bilemeyip oradan buradan kendine kişilik kırpan o kadar çok insan var ki, anlatılamaz. İnsan kelimesi aslında çok büyük sorumluluk ister, insan olmak bambaşka bir ayrıcalıktır. Diyeceğim şu ki, maalesef bunun unutulduğu bir zamandayız. Herkesten herşey beklenir oldu, herkes kendini "en iyi" zannediyor, herkes kusursuz kendine göre. İleri derecede umutlu bir düşünceniz varsa karşınızdaki insanla ilgili, lütfen acı çekmemek için şunu dikkate alın; Karşınızdaki insan dünyanın en güzel gülüşüne sahip olsa da, bir kerede güvenmemekte fayda var, böyle bir gaflette bulunmak sizden birşeyler alıyor sonunda deneyim olarak geri dönse de, yer ediyor içinizde, tedbiri bırakmamak lazım elden. Herkesi kendiniz gibi düşünmeyin, "o yapmaz" demeyin yani, bir yapar dağılır kalırsınız :)
Her neyse, geçtim.
           Michael Bublé'ye rastladım televizyonda dün, Chris Isaak'in programı varmış, ona katılmış. Adam çok rahat, takdir edilesi bir insan.
Chris Isaak diyor ki; "Seni Frank Sinatra'ya benzetiyorlar, Elvis'e benzetiyorlar, benzetildiğin başka isimler de var. Bu konuyla ilgili neler söyleyebilirsin?
Michael Bublé gülümseyerek cevap veriyor; "Evet birçok isime özenirim şarkı söylemek söz konusu olduğunda, 16 yaşımda taklit etmeye başladım. Stevie Wonder'ın gırtlağını kasarak ortaya çıkardığı name için çalıştım, bazen Sinatra, bazen Dean Martin olmaya çalıştım, Elvis harika bir oyuncuydu, gelmiş geçmiş en iyisi bana göre ve kesinlikle o kusursuz. Bazen Michael Jackson gibi söylemeye çalıştım, bazen de Tony Bennett, Harry Connick...
Kendi şarkı söyleme sesimi çok geç buldum ben.
Bir gün Tony Bennett'a rastladım ve onu kendisine taklit ettim.
Güldü ve bana şöyle dedi: "Eğer bir kişiyi taklit edersen bu hırsızlık olur, birden fazla kişiden birşeyler alabilip güzel dışa vurduğunda bu araştırmaya girer." Bu yüzden herşeye açıktım.

          Michael Bublé harika insan diyorum, yetinmiyorum, şiddetle bütün albümlerini de öneriyorum utanmadan.

        -Önemli duyuru;
          Bu sıcaklarda iyi bakın kendinize, içkinin dozunu kaçırıp kalp krizi riskini yükseltmeyin, bu ciddi konuyu dikkate alırken, duyarlılığımın hastası olunuz.
          Şimdi gidiyorum, dönüşüm nasıl olur bilemem. Alışın diye böyle bir ısınma yazısına başvurdum, hava soğusun dileklerimle, hoşçakalın...

5 Haziran 2010 Cumartesi

Loading...

         Dünya Kupası heyecanı sardı herkesi, 32 takımı desteklemek için Güney Afrika'nın yolunu tutuyor insanlar. Favori takımım Arjantin fakat içimden bir ses onların kupayı kaldıran taraf olmayacağını söylüyor, bakalım. Etraftan da duymuşsunuzdur, İngiltere'de Rio Ferdinand, Fildişi Sahili'nde Didier Drogba, İtalya'da da büyük ihtimalle Andrea Pirlo yer alamayacak Dünya Kupası'nda, şok sakatlıklar, son anda. İngiltere için umut var, çünkü seçeneklerin bol bulunduğu bir ekip. İtalya'da "beyin" olarak tabir ettiğimiz başka bir oyuncu var mı yok mu tartışılır, belki biraz Daniele de Rossi bu rolü üstlenebilir Pirlo'nun olası yokluğunda. Ama Afrika'nın her geçen gün biraz daha hayran kitlesini büyüten Fildişi için pek umut yok gibi, takdir edersiniz ki bu takımın %60'lık bölümü Didier Drogba'ya aittir. Gerçekten büyük talihsizlik Afrika temsilcisi için. Japonya ile oynanan hazırlık karşılaşmasında Tanaka adlı insan olmadığını düşündüğüm varlığın, Drogba'nın sağ koluna doğru uçan tekme atması bu sakatlığa neden oldu. İnsanların ülkesine duyduğu sadakati gösterme şekilleri biraz can sıkıcı olmaya başladı, Japon olabilirsin, ama karşı takıma neden çeşitli kamikaze girişimlerinde bulunursun ki? İngiltere Gol Kralı'nın dirseğinde kırık var sonuç olarak. Fildişi Sahili'ni izleyenler Kalou ve Kader Keita ile yetinmek durumunda bu turnuva için, Keita'nın piyasa değeri artarsa, bu Galatasaray yararına olacaktır.
          Dünya Kupası için yapılan top da Julio Cesar ve Casillas gibi büyük kaleciler tarafından eleştirilmişti, bakkaldan alınmış bir topa benzediğini söylemişlerdi.
          Ama bu topun asıl amacının zaten kalecilerin işini zorlaştırmak olduğu söyleniyor. "Kalecilerin işi zorlaşırsa, daha çok gol olur, gol sayısı artarsa, seyir zevki artar." şeklinde bir görüş var otoritelerce, mantıksız da değil. Şahsen benim Casillas'a çok fena gol atasım var, nerede benim Jo'bulani'm?!

         Her neyse, konuşmak istiyorum Türkiye'nin harika futboluyla(!) gidemediği Dünya Kupası hakkında, zaten 4 yılda bir yapılıyor, 4 yıllık konuşabilirim. (Tabii ki yapmayacağım bunu, korkmayın.)
...
-A Grubu-
          Ev sahibi Güney Afrika'nın nasıl bir oyun sergileyeceği merak konusu, ülkenin de insanları nasıl ağırlayacağı merak ediliyor bir yandan. Televizyondan duyduklarıma göre, istatistikler Johannesburg'un çok tehlikeli bir yer olmasının yanında, suç oranının yüksek olduğunu gösteriyor.
450.000 - 500.000 kişinin gideceğini varsayarsak 4.500 - 5.000 kişinin risk altında olduğu da görünen bir gerçekmiş. Everton'un Güney Afrika'lı yıldızı Pienaar'ın açıklaması da oldukça garipti. Birçok çocukluk arkadaşının hapiste olduğunu paylaştıktan sonra, ülkesine önyargıyla gidilmemesi gerektiğini söyledi. Rahat adam, "çok çok ölürüz canım ne olacak" şeklinde bir bakış açısına sahip. Aaron Mokoena da Güney Afrika formasını en çok terleten isimmiş, bilginize.
          Meksika'da genç Giovani dos Santos'un üstünde büyük bir yük olacaktır, çünkü oyunu bir anda hareketlendirebilme yeteneği olan bir oyuncu. Meksika'nın fazla varlık gösteremeyeceğini savunsam da, gruptan çıkamayacağını söylemeye dilim varmıyor.

          Diğer yandan renkli ve seyir zevki yüksek maçlara imza atan Uruguay, hazır ve iddialı bir görüntü çizerek geliyor turnuvaya. Tarihte bu kupada şampiyonlukları bulunan bir ekip. Diego Lugano, Diego Godin, Martin Caceres ve Jorge Fucile'den oluşacağını düşündüğüm bir defans hattına sahipler. (Her dört defanstan ikisinin adı Diego, bu saptamayı da sayemde edindiniz) Alvaro Pereira, Diego Perez ve Walter Gargano orta sahayı oluşturacak diye düşünüyorum, forvet hattında da gol rekorlarıyla Ajax'ı coşturan Luis Suarez, Palermo'lu genç golcü Edinson Cavani ve kalitesi tartışılamayacak olan Diego Forlan yer alacaktır sanırım. 4-3-3 dizilimi mantıklı geldiği için böyle bir öngörüde bulundum, ben Uruguay'ın teknik direktörü olsaydım bu takımı böyle oynatırdım, Diego'ları da azaltırdım, işte o kadar.
          Son hazırlık maçında Çin'e boyun eğen Fransa var grupta son olarak. Bildim bileli dünyanın en kaliteli ilk 5 takımı arasındadır Fransa, ama bir şekilde başarısızlıklarını sürdürmeyi başarabiliyorlar. Burada da Benzema'nın kadroya alınmaması ilgi çekici etken. Patlama yapma potansiyelini elinde bulunduran isim ise, Chamakh'ın Arsenal'e satılmasından sonra Bordeaux'nun tartışmasız tek yıldızı olan  Yoann Gourcuff'tur, dikkatle izleyiniz.

          -B Grubu-
          Arjantin'in bu gruptan rahatça lider çıkacağı açık ve net. Kadroyu sayarak moral bozmak istemiyorum, gerçekten bu kadar çok yıldızı barındırmak ayıp bana göre, içlerinde Lionel Andres Messi gibi bir yaratık varken hele. Maxi Rodriguez, Juan Sebastian Veron, Gonzalo Higuain, Demichelis, Walter Samuel, Gabriel Heinze, Javier Mascherano, Di Maria, Carlos Tevez ve Diego Milito yönünde şekillenen bir kadro; zavallı rakipler...

          Nijerya
da eğlenceli mücadelelere sahne olacak bir takım bence. Martins, Obasi ve Yakubu var çünkü forvet hattında. Arkalarında John Utaka orta sahanın yükünü tamamen sırtlayacaktır. hızlı ve güce dayalı oyunlarıyla yine karşımızda olurlar ve güzel maçlar çıkarırlar diyorum. Chinedu Obasi de büyük bir takıma gitsin artık lütfen.

          Güney Kore'nin şansı bir tutuyor bir tutmuyor, ama fair-play anlayışını ihmal etmeden iyi olabilmeyi başarabilen ve Dünya Kupası'nda bulunması gereken bir takım her zaman için... Golcü Park Chu-Young da bu turnuvada yıldızını parlatabilir artık, onun için büyük bir fırsat bu, değerlendiremezse işi mucizelere kalacak.
          Sırada izleyenlere pek tat vermeyen bir takım var, Yunanistan. Takımda durdurulması gereken Karagounis, Ninis, Gekas ve Charisteas bana göre. Sürekli 1-0' lık galibiyetlere razı olan bir takıma, o 1 golü de attırmazsanız mücadeleden daha büyük bir zevk çıkabilir. Ne diyelim, Yunanistan'ın çirkef futbolunu ortaya koyamaması için duacıyız.

          -C Grubu-
          Kesinlikle karışık, ikincinin kestirilemeyeceği bir grup C grubu. İngiltere, David Beckham'ın yokluğunda (keşke sakatlanmasaydın Beckham) Steven Gerrard, Joe Cole, Ashley Young, Jermaine Defoe ve Wayne Rooney ile grupta ipi göğüsler, ama arkasından kim gelir bilinmez. Yine de Amerika Birleşik Devletleri diğerlerinden bir adım önde görünüyor ikincilik adayları içinde, kesin birşey demek zor. Çünkü Slovenya ve Cezayir küçümsendikleri takdirde, rakibe acı gerçeği yaşatabilecek ekipler.
          A.B.D
birçok Premier League oyuncusunu bünyesinde barındırıyor. Avrupa Ligi'nin flaş takımı Fulham'da Zamora ile birlikte takımın bütün yükünü arkasına alan Clint Dempsey daima ilk 11'de sahaya çıkacaktır. Defansta Bradley, Onyewu ve Spector gibi isimler var. Landon Donovan ve Jozy Altidore'u unutmak da büyük haksızlık olur. "Bu ülke mümkünse futbol oynamasın" diyenlere, her geçen gün gelişen futbol anlayışıyla sıkı bir cevap vermek için geliyor Birleşik Devletler, dikkat.

          Slovenya'yı pek izlediğim, takip ettiğim söylenemez. Tek bildiğim, bir yığın adı "ic" ile biten insan var kadroda. Birsa, Novakovic ve bir ihtimal Inter'in genç oyuncusu Rene Krhin'in birşeyler yapabileceğine inanıyor gibiyim.
          Cezayir; Zinedine Zidane, Karim Benzema ve Samir Nasri gibi oyuncular yetiştirip, Fransa'nın dibinde bulunma dezavantajını yaşayan bir takım. Oynayacakları maçlar içinde skora etki edebilecek tek oyuncu bence Wolfsburg forması giyen Karim Ziani. Defansta da Portsmouth'tan tanıdığımız Belhadj ve Benfica'lı Yebda, sürpriz çıkışlar yaparak oyuna hareket getirebilirler (belki.)

          -D Grubu-
          Gruptan birinci çıkacağı açık olan bir takım da Almanya. Sistemli oyunlarıyla tanınan, 90 dakika boyunca oyun disiplininden kopmayan panzerler, şampiyonluk için iddialı. Arjantin gibi onların da kadrosunu saymaktan çekiniyorum. Ballack'ın sakatlığı nedeniyle olmadığı kadroda, Schweinsteiger, Podolski, Lahm gibi isimler var, bu kadarı bile yeter bence. Avustralya, Sırbistan ve Gana; ikincilik için mücadele vermeyi kabullenmiş olarak gelecek diye düşünüyorum. 
          Avustralya da son yıllarda futbolunu geliştiren bir ülke. Kadroda en beğenerek izlediğim isim Mark Bresciano. Kanatlardan etkili şekilde içeriye doğru sokulabiliyor, nokta paslarla skora etki edebiliyor. Kewell ile ilgili birşey söylemek istemiyorum, çünkü her an bir yeri kırılabilir, o yüzden susuyorum. Tim Cahill, Lucas Neill, Jason Culina, Brett Emerton ve Kennedy gibi etkili oyuncular da var kadroda, güzel futbol izleteceklerine inanıyorum.
          Sırbistan'a gelelim. Her zaman sempati duyduğum bir takım olmuştur, Yugoslavya hali de böyleydi, Sırbistan Karadağ hali de böyleydi, sek Sırbistan hali de böyle. Nemanja Vidic, Aleksandar Kolarov ve Branislav Ivanovic; defans hattında forvetlerin gözünü korkutmaya yetecektir. Orta sahada Zoran Tosic, Gojko Kacar, Dejan Stankovic, Zdravko Kuzmanovic ve Liverpool'un yeni transferi Jovanovic gibi isimler görev yapacak. İleri uçta da Nikola Zigic, Marko Pantelic ve Danko Lazovic'i izleyeceğiz.
          Gana'nın şansı, Sırbistan ve Avustralya'dan kesinlikle daha düşük. 2 adet Asamoah, 2 adet Boateng, 1 Stephen Appiah ve 1 Sulley Muntari ile gidecek Dünya Kupası'na Gana. Bu isimlerle bir yere gelebileceklerini sanmıyorum açıkçası. Muntari adlı kırmızı kartsever vatandaş, Essien'in yokluğunu fazlasıyla aratacaktır, Gana'nın fazlasıyla şansa ihtiyacı olacak.


         -E Grubu-
          E kimin birinci çıkacağı belli bütün gruplardan neredeyse, ne anladım ben bu işten? Güzel çekilsin kuralar kardeşim. E grubu için de aynı şey Hollanda adına geçerli. Bugün Macaristan6-1 gibi bir skorla alt eden "portakallar" da şampiyonluk için ayak basacaklar Güney Afrika'ya, sonra Cape Town'da dondurma yiyecekler. (İlker Yasin'i özlemişsinizdir diye yaptım.) Bunu yazdığım için çok üzgünüm ama Robben de sakatlanmış Macaristan maçının sonuna doğru, kötü oldu bu. Yine de Kuyt, van Persie, Sneijder ve Elia gibi isimlerle zorlanmadan gruptan çıkacaktır Hollanda, fazla söze gerek yok.
          Danimarka, Japonya ve Kamerun; farklı futbol anlayışlarıyla birbirlerine meydan okuyacaklar gibi gözüküyor. Danimarka'nın en büyük kozu, çoğu zaman şanssızlığıyla ön plana çıksa da kuşkusuz Nicklas Bendtner olacaktır, onu besleme işi, Christian Poulsen ve Rommedahl'ın üstüne düşer. Defansta da Daniel Agger olası sıkıntıları uzaklaştırma görevini üstlenecektir.
          Uzak Doğu'nun en çok yıldız çıkaran ülkesi Japonya'nın en güvendiği isim, Keisuke Honda ya da Shunsuke Nakamura olur. Honda, uzaktan yaptığı şık vuruşlar, frikik golleri ve harika paslarıyla tam bir 10 numara olduğunu son 2 yılda futbolseverlere kanıtladı. Nakamura'nın formundaki düşüş, genç Honda'yı ön plana çıkaracaktır büyük ihtimalle, kesinlikle izlenmesi gereken bir oyuncu Honda. Forvet hattında, teknik direktör Okada tarafından değişilmez ilan edilen Tamada, attığı zor gollerle çıkışını sürdürmeye devam ediyor. Hollanda'dan bir beraberlik alabilirlerse, ikincilik onlar için hiç de zor olmaz.

          Son yıllarda kadro kalitesine rağmen beklenen çıkışı gerçekleştiremeyen bir başka takım da Kamerun. Samuel Eto'o, Pierre Webo, Achille Emana, Jean Makoun ve Bassong gibi sağlam oyuncularla bir türlü sonuca gidemiyorlar, gittiklerinde de zorlandıkları görülüyor. Bu grupta Japonya ve Danimarka'yı, şansları varsa zorlayabilirler.


          -F Grubu-
           Bu grup çekişmeli maçlara sahne olacaktır. Son şampiyon İtalya, şansı varsa birinciliği Slovakya'ya kaptırmadan çıkabilir gruptan. Yeni Zelanda ne kadar yol katetmiş olsa da, Paraguay'ı geçemeyecektir ve grupta dördüncü sırada yer alacaktır bence. Pirlo'nun antremanda baldırından geçirdiği sakatlık ciddiyse eğer, bu olay İtalya'yı derinden etkileyecektir. (Pirlo'yu sevmememe rağmen yeri zor doldurulan bir oyuncu olduğunu kabullenmiş durumdayım.) Slovakya, İtalyanlar'ın en büyük rakibi bu grupta. Gilardino, De Rossi, Camoranesi ve Pazzini'nin gücü yeterse, kaza kurşunundan kurtulabilirler.
          Öte yandan
"sürpriz ekip" dendiğinde bir anda gözümde canlanan takım Slovakya oluyor. Marek Hamsik, Miroslav Stoch, Philip Holosko, Robert Vittek, Marek Sapara ve tecrübeli oyuncu Miroslav Karhan gibi isimleri kadrosunda barındıran Slovakya takımı belki de hiç olmadığı kadar umutlu katılıyor bir turnuvaya. Sevdiğim bir takım, umarım güzel futbollarını başarıyla süsleyebilirler.
          Paraguay, boş bir takım olmadığını her fırsatta izleyenlere gösteriyor. Oscar Cardozo, Roque Santa Cruz ve Haedo Valdez gibi etkili oyuncular, bu gösterinin başrolleri şüphesiz. Fakat Paraguay'ın da bu gruptan çıkması, şansa bağlı. İtalya ve Slovakya'yı sollayabilecek güce sahip olmadıkları bir gerçek.
          Yeni Zelanda hakkında kimse pek birşey bilmez, ama en son hazırlık maçında Sırbistan1-0 yenmeleri ilgimi çekmiştir. Yine de bu bir ölçü değil takımla ilgili konuşabilmek için. İzleyerek göreceğiz, büyük ihtimalle galibiyet yüzü göremeyecekler bu kupada.
-G Grubu-
          Kuzey Kore hariç bu 3 takımın bulunduğu grup, "ölüm grubu" olarak nitelendiriliyor. Son yıllarda Brezilya'nın gerçek oyununu sahaya yansıtamaması, Portekiz ve Fildişi Sahili'nin göz dolduran çıkışı, grubun bu ismi hakettiğini gözler önüne seriyor. Bir sürpriz yaşanmazsa, Brezilya liderlik koltuğunda grubu tamamlayacaktır. Ama bunun yanında, ikincilik için büyük bir rekabet bizi bekliyor. Portekiz ya da Fildişi Sahili, turnuvadan eli boş dönecek.
          Hazırlık maçlarından çıkardığım sonuç, Brezilya'nın, geçen başarısız yıllara göre daha oturmuş bir kadroya sahip olduğu. Robinho ve Elano'nun iyi anlaşması, orta sahada büyük bir yarar sağlıyor zaten. Bunun yanında Daniel Alves, ortalarının ve şutlarının dağlara gitmediği bir günündeyse, yani o gün içine Sabri kaçmamışsa, girdiği her pozisyon tehlikeye dönüşecektir. Maicon da diğer kanattan etkili olabilir savunma ağırlıklı kalmadığı sürece. Zaten dünyanın en iyi kalecisine sahipler, önemli bir artı bu da. Orta sahanın kalanını da Felipe Melo ve Kaka oluşturacaktır sanırım. Felipe Melo genç, sağlam ve teknik bir oyuncu, top kesme ve pas atma yetenekleri sınırsız gibi geliyor bana. Kaka zaten gününde olursa neler yaşandığını biliyoruz, tarihte örnekleri var. Grafite, Nilmar ve Luis Fabiano da forvette görebileceğimiz oyuncular. Grafite'nin formunu merakla bekliyorum özellikle. Bence Brezilya, son yılların mevki olarak en sınırlı, ama aynı zamanda en etkili kadrosuyla yola çıkıyor. Ronaldinho olmasa da zevkli mücadeleler ve şık hareketler izleyeceğiz kesinlikle.
          Portekiz, son hazırlık maçında Kamerun'u 3-1 yendi. Danny ve Miguel Veloso'nun artık patlama yapma zamanıdır. Cristiano Ronaldo, Nani, Deco ve Simao görevlerini eksiksiz tamamlayabilirlerse, Portekiz çok tehlikeli olabilir; hatta gruptan lider bile çıkabilir. Defansta Pepe, akınları tek başına kesebilecek güce sahip olmasına rağmen, yanında Ricardo Carvalho, Miguel, Paulo Ferreira gibi isimler yer alacak. Defans ve orta saha, "son yılların en parlak Portekiz'i" dedirtmeye yetiyor bence. Forvet hattında da Hugo Almeida ve Liedson hünerlerini sergilemekte zorlanmazsa, Portekiz'in yarı finali garanti gibi görünüyor.

          Fildişi Sahili, Afrika'da en beğendiğim, beğenerek izlediğim takımdır. Drogba'nın bu turnuvadaki yokluğu, ne yazık ki derinden hissedilecektir. Fakat "diğer yıldız isimler, bunu unutturabilecek güce sahip" desek de yanılmış olmayız. Gervinho, Salomon Kalou, Abdel Kader Keita, Yaya Toure, Romaric, Emmanuel Eboue, Kolo Toure, Didier Zokora gibi çevik oyuncularla donatılmış Fildişi kadrosu, Portekiz ve Brezilya'ya zor anlar yaşatabilir.
          Kuzey Kore'nin bayrağını Dünya Kupası içinde görünce garip oldum, güldüm. Küçümsemek istemiyorum ama Yeni Zelanda'dan beter olabilir durumları. Böyle bir gruba düşmeleri de büyük şanssızlık, her maçtan 5-0 gibi mağlubiyetlerle ayrılıp, prestijlerini düşürmezler umarım. Bol şans.

-H Grubu-

        
           İspanya. Hazırlık maçlarında güçsüz takımlara karşı ne kadar kıl payı galibiyetlere imza atmış olsalar da, İspanya. Son Avrupa Şampiyonu İspanya. Güiza'sız olmaları daha büyük bir tehlike rakipler için. Xavi Hernandez, Andres Iniesta, Cesc Fabregas, Jesus Navas, Fernando Torres, David Villa ve David Silva en büyük kozları olacaktır. Artık dünyaya kendisini iyice göstermesi gereken isim de, Juan Manuel Mata. (PES oynayanlar: Master League'de bayinizden mutlaka isteyiniz, kadronuzdan eksik etmeyiniz.)
          İsviçre deyince de aklıma ilk gelen Valon Behrami ve Tranquillo Barnetta oluyor. Onları takip eden ise Eren Derdiyok ile Gökhan İnler. Kalecileri de Wolfsburg'dan hatırladığımız Benaglio, iyi kaleci. Kaliteli bir kadroya sahip İsviçre takımı, ne kadar pozitif futbola çevirebilir bu enerjiyi bilinmez ama, bu gruptan İspanya'nın arkasından çıkmaları sürpriz olmaz.
          Honduras var sırada. İnsanların büyük bölümü David Suazo, Wilson Palacios ve uzaktan attığı mükemmel gol, İngiltere'de sezonun golü seçilen Figueroa sayesinde tanıdı Honduras'ı. Üstün bir başarı altında isimlerini göreceğimizi düşünmüyorum, ama kendilerini göstermek adına çabaları olacaktır. Kötü bir takım değil, hızlı top oynayan, pas hataları olmadığında tehlikeli pozisyonlara girebilen bir takım. Yine de şansa ihtiyaçları var onların da.
          Ve incelemenin son takımı, Şili. Slovakya'nın 1-2 alt kademesi olarak görüyorum onları. Şansları yarı yarıya, İsviçre'ye rakip olabilirler. Arturo Vidal oyunkuruculuğu ve paslarıyla maçın kaderini belirleyebilir, Humberto Suazo bir anda 38 gol atabilir, Alexis Sanchez adam eksiltebilir, eski Liverpool'lu Mark Gonzalez de hızıyla rakip savunmaları süründürebilir. Bu dört kilit adamın değeri, sonuç olarak Şili'yi ikinciliğe taşıyabilir...

...

          Yapacak birşey bulamadım ve blogu biraz ihmal ettiğim geldi aklıma.
Dünya Kupası büyük bir gündem maddesi bence, bilgilendirmek için yazdım, ama yorumlarım da işin içine girdi, umarım beğenilir. Dünya Kupası için fikirleri olanların yorumlarını bekliyorum.

16 Mayıs 2010 Pazar

All We Need is Jazz

          İstanbul Caz Festivali oldukça yakın, programda dikkatimi çeken şeyler vardı elbette, ama insan "İstanbul Caz Festivali" dediğinde uç şeyler bekliyor artık. Çünkü bu organizasyon çok büyük isimleri getirdi, bu beklenti de bu yüzden doğal bana göre. Seal ayrı olarak gelebilirdi, tamam politik olarak güzel hareket Seal'ın gelmesi, ama cazcı mı? değil. 'Kiss From a Rose' söylensin diye mi iple çektik bu festivali, ya da zaten İstanbul'da yaşayıp bir yerlerde çıkan adamları izlemeyi mi bekledik bu kadar? Wynton Marsalis, Chris Botti, belki bir kez daha Marcus Miller ve birçok yıldız gelebiliyorken, yazık olmuş bence. Bu yıl için festivalde elle tutulabilecek 5 konser var bence, bunlar da;
  • Michael Franks, (5 Temmuz Pazartesi 22.00, Sepetçiler Kasrı)
  • Enrico Rava & İmer Demirer, (8 Temmuz Perşembe 22.30, European Jazz Club)
  • Enrico Rava & Stefano Bollani, (9 Temmuz Cuma 20.30, Aya İrini)
  • Stanley Clarke Band & Hiromi, (8 Temmuz Perşembe 21.00, Arkeoloji Müzesi)
  • Lisa Ekdahl. (13 Temmuz Salı 22.00, Esma Sultan Yalısı)


    *Stefano Bollani, Enrico Rava'nın öğrencisi, piyanist. 
          Organizasyona fazla bilenmiş olduğumu farkettikten sonra başka bir konuya girebilirim, şu anda düşünüyorum hangi konuya gireceğimi, düşünüyorum hala, ve buldum.

          Geçen gün, futbolun kalbi olan İngiltere'de Chelsea ilan etti şampiyonluğunu, ayıp etti biraz ilan etmesinin yanında ama olsun. 8-0 kazandılar, ben bile rencide oldum, Wigan Athletic'in zavallılığını, boynu büküklüğünü siz düşünün artık, ayıptır. Didier Drogba diye tabir ettiğimiz "at insan" da altın ayakkabısına kavuştu, güle güle kullansın. Diğer yandan Olympique Marseille'nın şampiyonluğu zaten belliydi, sevindirici bir haberdi bu benim için, ne de olsa PlayStation'daki emektar Master League takımım, şu anki halinden sadece 3 futbolcu mevcut kadroda, abarttım biraz üzerinize afiyet. Her neyse, bu hafta da 3 ligde şampiyon belirlenecekti, bir tanesi belirlendi, mutsuzluk duyduğum bir durum ama Internazionale şampiyon oldu. Küme düşmesi haftalar önce belli olan Siena'yı deplasmanda 1-0 mağlup ettiler. Çok sevdiğim Roma ise Chievo'yu, çok sevdiğim Mirko Vucinic ve çok sevdiğim Daniele De Rossi'nin golleriyle 2-0 devirse de, Inter puan kaybetmediği için ligi 2. sırada sonlandırdı, oysa ne kadar da isterdim Mourinho'nun kapana kısılmış yüz ifadesini görmeyi. Bu şampiyonlukla kibir seviyesi tavan boyutundan da yükseğe çıkmıştır, çaresizce kutluyoruz.
          Şimdi Barcelona / Real Madrid ve Fenerbahçe / Bursaspor rekabeti var sırada. Bence sürpriz çıkmaz, Barça ve Fenerbahçe ipi göğüsler, ne kadar Bursaspor'u destekliyor olsam da düşüncelerim bu yönde sayın seyirciler, evet.


          Film konuşmak istiyorum aslında ama evdeki harika makina sürekli engel oluyor buna, ortasında takılmaması lazım filmlerin, hevesim kursağımda kalıyor sürekli. Dün tekrar şansımı denemeye karar verip Justin Timberlake ve Jeff Bridges'in başrollerini paylaştığı The Open Road'u izlemeye başlamıştım, hoşuma gitmişti ama sonuç beklediğim gibi oldu, bu yüzden de emin olup söyleyebileceğim tek şey : Justin Timberlake gerçekten doğal ve iyi bir oyuncu oldu, Alpha Dog, zaten bunun habercisiydi. Yarısında kalmasaydım daha detaylı konuşabilirdim ama şimdilik Sony'e teşekkür ediyorum sadece.

          Araya böyle değişik şeyler sıkıştırdım sadakatinizi ölçmek için, caz festivalinden bahsedip de 11 Mayıs 2010 tarihinde gidilen Brad Mehldau & Joshua Redman Duo konserinden bahsetmemek abes olurdu. Cemal Reşit Rey Konser Salonu'na 1 hafta içinde en çok giden insan olmuş olabilirim. Her neyse, ikisi de gerçekten çok iyi müzisyenler, fakat düşündüğüm gibi sıcakkanlı değillerdi. Özellikle Brad Mehldau havalardaydı, lütfen fotoğraf çektiriyordu insanlarla, ne gerek var arkadaşım, değişik değişik tavırlar, artist misin? Ne kadar kınasam da fotoğraf çektirmeden edemedim, adam iyi çünkü. Joshua Redman çok daha insancıldı, Türkiye'de caz branşında yetişmenin imkansıza yakın olduğunu söyleyip ne yapmamız gerektiğini sorduğumuzda dedi ki : "Listen". Şaşırmadım buna, çünkü dinlediğiniz sürece her gün farkında olmadan daha da ileri gidiyorsunuz. Farklı sanatçılardan farklı yorumlar duydukça her yoruma açık oluyorsunuz ve ister istemez çalarken onları taklit ediyorsunuz, bu da müziğinize yansıyor. En azından ben şu an yapabildiklerimi tamamen hislerime ve dinlediklerime borçluyum. Çaldıkları bir parça da erime sebebi olarak literatüre geçebilir : çeşitli modülasyonlarıyla "Don't Be Sad". Çok güzel şarkı, güzel güzel dinleyin, seveceksiniz.


Dağılın şimdi !

4 Mayıs 2010 Salı

Ha Gayret

         
          Evden uzakta geçen 1 hafta içinde aklımda kalanları, ya da aklıma gelenleri yazmaya çalışacağım. 1 hafta boyunca İstanbul sınırları içinde bulunup da eve gidememek yeterince dehşet verici bir etken gerçi ama olsun, devam edelim. Öncelikle bu vize dolu hafta biraz yıprattı, sırf beni değil herkesi de yıpratmıştır kanımca. Ama neyse ki sandığımdan çok daha iyi sonuçlandı.

          Bir anda geçti gitti şu 1 sene... Kıştı daha dün, bugün yaz gelmiş. İsteksizce karanlık güne uyanırdım, şimdi güneş yardımcı oluyor yatakla vedalaşmama. Zaman zaman sıcaktan ne kadar şikayetçi olursak olalım, karamsar bir gökyüzüyle gününü paylaşmaktan daha iyidir terlemek.
          

          Futbolla bile kısmen ilgisiz kaldım, beni tanıyanlar şaşıracaktır buna. Son bildiklerim, Hollanda Ligi'nde Luis Suarez adlı insansı varlığın 35 gol atmış olması, Blackburn'ün Arsenal'i yenmesi, Marseille'nın şampiyonluğa uzanıyor olması ve Emenike var bir de Emenike, Karabükspor'un Süper Lig'deki en büyük silahı olacaktır ve performansını merakla bekliyorum, insan azmanı Emenike... Birkaç şey daha var ama ilk bunlar geldi aklıma.
          Sonra yayınlanmayan Yeni Rakı reklamını izledim geçen gün Facebook'ta görüp, sanırım daha önce çıkmıştı piyasaya ama ben yeni gördüm. İyi oyunculuk etkileyiciliği, etkileyicilik de iyi reklamı getirmiş, tebrik. 
         
          Çok sevdiğim "kardeş" niteliği taşıyan bir adam Bursa'ya gidip geldi hafta sonunda, iki gün göremeyince garip hissettim, her günü beraber geçince alışıyormuş insanlar gerçekten de, yokluğu çok belirgindi, o da hissetmiş özlemiş yazık, yarın görüşeceğiz sonunda.
          Bunların yanında 4 gün boyunca 10.00 - 14.00 arasında provalarım olacak, akşamları belli değil ama yarın akşam yine evde değilim, tekliflere açığım. Çünkü konser var yarın üniversitemizin pilot takımının sahnesinde, kendimize çalmaktan büyük zevk alıyoruz biz, boş sahne bir başka oluyor.
          Deniz Can isimli yaratığa da geçen 3 gün ardından teşekkürü borç bilirim, canım o benim, yer yer uyuyarak uyumadığını iddia etse de, güldük, eğlendik, mutluyduk, Worms oynadık biz, gecenin köründe yeşil elma suyu aradık, bulduk da sonunda, Bambi Büfe'de açlık giderirken Mecidiyeköy'ün ortasında Fenerbahçe formasıyla çekinmeden gezebilen akıllarından şüphe ettiğimiz varlıklar gördük, güzel 3 gün için tekrar teşekkürlerimi sunarım kendisine sonuç olarak.
          Buna ayrı bir paragraf gerekiyordu çünkü bütün hafta içinde en çok etkilendiğim bu oldu, Worms. 1999 yılına ait oyun, fakat her saniye oynayabilirim, küçük solucanlar çok başarılı çünkü. Herkes Worms oynasın, şiddetle tavsiye ediyorum, o kadar.
          Şimdi bir oyun daha öneriyorum, lütfen dikkate alın, internet cafe'lerden çok uzak bir kişiliktim 2 ay öncesine kadar, ne zaman Left 4 Dead ile tanıştım, gelenek bozuldu, ya da gelenek oluştu. Zaten "30 Days of Night", "Resident Evil", "Rec(!)" gibi zombileri bünyesinde barındıran filmlere hasta oluyorken bu oyunu oynamak, onun fanatiği olmama neden oldu. Çevremdekileri de zehirliyorum olabildiğince, herkes Worms ve Left 4 Dead oynasın, multiplayer seçenekleri de var hep beraber oynarız, hadi!
         

          Çocukluğa dönüş yapıp enerjimin doruklarını yaşadıktan sonra satırlarıma son vermem gerektiğine karar vermiş bulunuyorum, fırsat buldukça yazmaya çalışıyorum böyle, umarım bu yazı da hoşunuza gider, gerçi gitmezse de gitmesin çünkü gitmemesi normal karşılanabilir, size ne ki benim geçirdiğim 1 haftadan, hayret birşey, iyi bakın kendinize, havanın tadını çıkarın, ve çok az kaldı sıkın dişinizi, tatile şu ağaçların arasından bakıyoruz zaten, ortasında durmamıza hiçbir engel kalmamak üzere, şimdilik benden bu kadar.