27 Şubat 2010 Cumartesi

Ses Kontrol

         
          Eve haftada iki kere gelebildiğimde mutlu olabiliyorum artık, eskiyle kıyasladığımda "nelere seviniyoruz artık böyle" demeden geçemeyeceğim açıkçası.
          Yoğunluk olduğu zaman insanın hayatında, eve gidememek adına Beylikdüzü faktörü büyük etken oluyor. "Nerede oturuyorsun sen?" sorusuna rahatlıkla "İrlanda Halk Cumhuriyeti" diye cevap verebiliyorum, çekinmeden. Prova, konser, ertesi gün erken saatte başlayan ders gibi şartlar beni buna zorluyor ama, eve gelemiyorum, ev dışında bir yerde ya da yerlerde kalıyorum, elimde değil. Kaldığım yerler de ev tabii, çöplükte sabahlamıyorum, ev dışında yerlerde kalıyorum dediğime bakmayınız. Ayrıca iki saat sonra yeniden evden çıkıyorum, ne kadar da şaşırtıcı bir olay bu, inanamıyorum.
          Yeni yazı yazamadığım süre içinde beni en çok etkileyen şey Galatasaray - Atlético Madrid maçı oldu, bunun dışında saygıdeğer edebiyat öğretmeni Naci Mıhçı'nın (edebiyat öğretmeni demeye bin şahit ister) Türkçe konuşamaması. İkinci seçeneğe alıştık gerçi, en son deprem etkisi yarattığı kelime topluluğu "sabota etmek" oldu. Geçelim.

          İnsanların haksızlık yapmasına, ve yaptıklarının yanına kar kalmasına sinirlendiğim kadar hiçbir şeye sinirlenmedim hayatım boyunca. Haksızlık, adaletsizlik beni delirten şeyler.
Atlético Madrid - Galatasaray maçının son 15 dakikasına girilirken Madrid'li defans oyuncusu yere düştükten sonra, takımının gol yememesi adına varını yoğunu ortaya koyarak topu güzelce 2-3 kez elledi. Bu pozisyon, bir hakemin 2 metre ötesinde gerçekleşiyorsa eğer, bu hakemin o penaltı işaretini vermesi gerekir. Hakem yapılmış bu adam, haliyle de o pozisyonu gördü tabii ki. Bu taraflılığı neye borçluyuz bilmiyorum. Sahada 6 adet hakem vardı, hiçbirisi penaltı demedi, o penaltıdan sonra moraller bozuldu, en çok kendisine hakim olamayan isim Caner Erkin de 2 dakikada 2 sarı kart görerek oyundan atıldı, yediğimiz gol onun bulunduğu kanattan geldi. Bir düdük sesi nelere yol açabiliyormuş meğer.

          Aslında tıpkı bu düdük sesi gibi küçük şeyler, hayatınıza tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük değişiklikleri beraberinde getirebilir, yapmak üzere olduğunuz her hamleyi ölçün, olacakları kafanızda canlandırın ki birisinin canı yanmasın gereksiz yere. Aksi takdirde büyük sorunlarla da karşı karşıya kalabilirsiniz, ders alabilmek için başınıza kötü birşey gelmesini beklemeyin, ya da bekleyin, size kalmış...


         

13 Şubat 2010 Cumartesi

James Brown'ın kulakları çınlasın : I'm Back


          Blogun takipçilerinden özür dileyerek giriş yapmak istedim. Çünkü 1 hafta ya da daha uzun bir süredir herhangi bir hareket yoktu burada. 1 hafta sonra ilk kez bu gece eve geldim çünkü, heyecanlıyım artık idare ediniz. Odamın yolunu unutmamışım neyse ki, o biraz moral oldu. Sonuç olarak; geldim ben.

          Geçtiğimiz günlerde neler oldu diye şöyle bir düşündüm. Aslında bu cümleleri yazarken de düşünmeye devam ediyorum, fakat birşey olmamış ki bu hafta. İyi ki de gelmemişim eve yazacak birşey yokmuş. Yalnız boş geçmeyeyim. "Whiteout" diye bir film izledim. Zaman geçtikçe blogda adına zaten yer vereceğim güzel aktris Kate Beckinsale başrolü üstlenmiş, harika oyunculuğunu sergilemiş yine. Film olduğu gibi "beyaz" geçiyor baştan sona. İnsanı bir anlamda daraltıyor ama kötü anlamda değil. "Bitsin artık şu film fenalık geldi..." dememizin sebebi, sadece beyaz renginden ve grubun başına gelen talihsizliklerden, bir diğer deyişle bunaltıcı hareketlilikten kaynaklanıyor. Film sürerken "rahatlamak" kelimesiyle uzaktan yakından ilginiz olmayacak, izleyecek olanları şimdiden uyarayım buradan. Güzel bir yapım olmuş ama, farklı işlenmiş ve memnun kalmayacağınız bir hareket olmaz bu filmi izlemek.



Şimdiden iyi seyirler...