30 Ocak 2010 Cumartesi

Animasyon Üzerine...

  • Pixar / Up ;   


             
              Bir anda "Pixar" ile ilgili birşeyler yazma isteği uyandı içimde, adamlar bunu çoktan hakettiler. Animasyon denildiğinde aklımıza ilk gelen Pixar oluyor çünkü.
    "Şuraya bak ya, gölgesini bile yansıtmışlar helal olsun" derken, adamın geçen sürede sakalının çıktığı dikkatimizi çekiyor, ya da gömleğinin kumaşı... İnanılmaz derecede gelişti animasyon sektörü, ayırt bile edemiyoruz, ya da güçlük çekiyoruz gördüğümüz birşey karşısında "acaba gerçek mi bu?" diyerek. Pixar bu işin açık ara lideri kuşkusuz. Felaket detaylara yoğunlaşarak her geçen gün daha da dahice ilerleme kaydediyorlar. Çizgi filmler vardı önce,vizyon çizgi filmleri, fena da değillerdi. Pokémon, Mulan, Beauty and the Beast, Anastasia ve birçok çizgi film. Ondan sonra bir baktık; Ant Z, A Bug's Life, Monsters Inc., Finding Nemo, Cars, Shark Tale, Shrek, Ratatouille, Wall-e falan derken zaten günümüzde animasyonun durumunu görüyoruz. Sadece çizip yaratmak değil işleri, her geçen gün de dahice ve farklı konulara tanık oluyoruz, aklımızın ucundan geçmeyen fikirleri izliyoruz. Çok önemli bir noktaya temas etmeden de geçmek istemiyorum, ben daha altında Pixar imzası bulunan hiçbir yapımda kan görmedim, vahşet de yoktu, demek ki böyle de başarılı olunabiliyormuş.
    Şimdi burada amacım sevgi kelebekliği yapmak değil tabii ki, dünya barışı vs. diyerek saçmalama haline girmeyeceğim, hepsi saçmalık, rahat olun.
              Günümüzde vizyona yeni giren 10 film varsa, 8'inde kan görebileceğinizi iddia ediyorum. Kalan ikisinde de uyuyacağınızı, çünkü o ikisi de ruhumuzu daraltan aşk filmleri. Notebook gibi bir film görmedim hala, bir o verdi hakkını.
              Bugün televizyonu açtığınızda, haberlerde hayretler içerisine düşüren şeyler duyabiliyorsunuz. Ne zaman ya da nerede olduğu önemli değil, her yerde oluyor çünkü. Evet cinayetler. Herhalde işledikleri cinayetler yerine yararlı birşeylere yorsalardı kafalarını bilimadamı olurlardı rahat rahat. "Üçüncü kattan düşmesini sağladı, köpeklere yedirdi, 47 parçaya böldü timsahlara attı..." konteyner fikri sıradan geliyor artık, bu adamları da kesmiyor görünüşe bakılırsa. Bunlardan yüz kat daha yaratıcı cinayetler görüyoruz. Her gün de artıyor. En az %50'lik kısım; Kill Bill gibi insana hiçbir şey katmayan, "e birşey anlamadım bunu izleyip,bari gidip birilerini keseyim" dedirten filmler yüzünden. Herkesin bünyesi sağlam değil ki, kültürlüsü de izliyor, cahili de izliyor, psikopatı da izliyor bu filmleri/dizileri*. Kıyamet kopacak diyorlar ya hani,herkes korkuyla karışık bir heyecanla bekliyor o şimdiye kadar sayısız değişen (değiştirilen) tarihi. İşte o her gün kopuyor zaten, her gün birşeyler değişiyor...
              Her neyse bu konuda da Tarantino'ya selam ettikten sonra rahatlamış olarak animasyona dönüş yapabilirim. Yaklaşık 1 saat önce izlediğim "Up" isimli animasyon, beni Pixar aracılığıyla etkiledi her zamanki gibi... Filmin başında bir sahneye kahkahalarla güldüm, sonra güldüğüm çocuk büyüdü, yaşlandı, karısını kaybetti ve oturup ağlamak üzereydim. Herşeyiyle mükemmeldi film, uçuk şeyler gerçekleşti ama yine vardı çıkarılması gereken dersler. Yine yüzümden tebessümü eksik etmedi, yine zamanı gelince güldürdü ve yine beklemediğim bir anda içimi burkmayı başardı Pixar. Animasyon filmlerinde ağlamaktan bahsediyoruz, daha büyük kıyamet mi var sanki, ne güzel kıyamet, mis...
              Sonuç olarak abuk sabuk, ucuz yapımları izleyeceğimize, bari bu çabayı, gösterilen korkunç emeği izleyelim de takdir edilecek birşeylere saygımız olduğu anlaşılsın. Afişinden belli eder zaten film kendini büyük ölçüde. Japon halkına da zerre saygım kalmadı yeşil kan gibi şeyler gördükten sonra, bunun da altını çizmek istedim. Şu an okumayı bitirmek üzere olduğunuz yazı; hem "dikkat edilmesi gereken unsurlar", hem de "film önerisi" yerine kabullenilebilir.




    *Aşk-ı Memnu dizisini izleyenlerin, izlediğini etrafa belli etmesi çok canımı sıkıyor. "Bu bölüm kim kiminle yasak ilişkiye girecek?" insanların en büyük derdi, yazık. İzliyorsanız, izlemeyenlerin gözüne sokmayınız. Aşk-ı Memnu : bitsin.






    Şimdiden iyi seyirler...

29 Ocak 2010 Cuma

Azim, Hırs, Aşk, Biraz da Hastalık : Futbol

    
     Bir bu kaldı blogda adından bahsedip de yer vermediğim şimdiye kadar. İnsanların sıkılmayacağını bilsem sabah akşam yazarım bu konuda aslında ama, insaflı davranma taraftarıyım.
     Günümüzde futbol, gerçekten büyük bir yer işgal ediyor hayatımızda, özellikle de ülkemizde tabii. İnsanların futbol için yapmış olduğu delilikler o kadar arttı ki, tribünlerde yaşanan ölümleri kimse kafasına takmıyor gördüğünde, çok normalmiş gibi. Bülent Timurlenk'in blogunda bir yazı görmüştüm 2009'un sonlarına doğru, unutamam onu. Paraguay 1.Ligi'nde iki takımın karşılaşmasıydı, derbi mücadelesiydi sanırım. Maçtan sonra çıkan arbede sonucunda ölen kişinin soyadını yazmıştı, öldürenin de soyadını yazmıştı. Soyadlar aynıydı, kardeşi ağabeyini öldürmüştü.
     Bu çok trajik birşey, çok kötü hissetmiştim kendimi okuduğumda. Düşünsenize ; kavga sonucunda ağabeyinizi öldürüyorsunuz, çok acı.
     Bunun dışında özellikle Arjantin'de ve İtalya'daki taraftar ölümleri üzücü olaylardan. Yakından tanıdığımız Carlitos Tevez'in bar çıkışında boğazını kestiler, Arjantin'de oldu bu olay da, boynundaki izler o yüzden, neyse ki öldürmeyi başaramadılar. İtalyan futbolunda da "olay" dendiğinde nedense aklıma "Roma - Lazio" maçları geliyor. Milli futbola baktığımız zamanda ise Kolombiya Milli Takımı'nın başarılı defans oyuncusu Pablo Escobar'ın talihsiz ölümü hafızalarda. Kendi kalesine gol attığı gerekçesiyle Kolombiya mafyası tarafından vurularak öldürüldü.

     Bundan biraz fazlası var, aslında hafif gibi geliyor ilk başta "kavga" kelimesi ama, bunlar pek bildiğimiz türden değil. Evet İngiltere'den, futbolun doğum yerinden bahsetmek üzereyim. Holiganizmin sınırı aştığı Ada'da, Elijah Wood ve Charlie Hunnam'ın başrollerini paylaştığı Green Street Hooligans adlı bir film yapıldı 2005 yılında. Kısaca açıklamasını yapayım, West Ham ve Millwall'un tabiri caizse "ölümüne" ezeli rekabeti. Gerçek olayları yansıtması ayrı bir zevk katıyor izlenebilirlik açısından ve film bittiğinde "I'm forever blowing bubbles" diye başlıyorsunuz marşa, West Ham'lı oluveriyorsunuz, durum budur kısaca.
     Bu kadar abartı birşey yok ülkemizde neyse ki. Fenerbahçe - Galatasaray maçlarında belki biraz. Onu da tribünden çok sahada görüyoruz olduğu zaman, karışıyor ortalık. Özel hayatlarında birbirleriyle dost, kardeş vs. olan adamları birbirlerini tokatlarken, söverken görebiliyoruz. Hırs da bir yere kadar, gereksiz bu kadarı. Galatasaraylılar (bizim taraf) konuşuyor, Fenerbahçeliler konuşuyor, çoğu gereksiz konuşulanların. Çünkü günümüzde (maalesef ülkemizde oranla daha fazla) akıl yoksunları çok fazla. Gezdiğim bloglarda ya da basında çıkan gözü dönmüş bir yığın fanatik görüyorum. Bunların bazılarına inanamıyorum, bazılarına çok gülüyorum. Mesela Galatasaray ile ilgili her gün defalarca tıkladığım bir blog var ve yapılan yorumları da görüyorum bu blogda ister istemez. Jo transferini bu blog, transfer resmileşmeden 2 gün önce (belki daha da önce) açıkladı. Özellikle dikkatimi çeken iki kişi vardı, bunlar transferin gerçekleşeceğine inanmayan, bloga genel olarak sayıp söven (bütün gün işi yok, yazık)  tiplerdi. Kehanetlerini ve 2 gün sonra rezil oluşlarını herkesin görmesini istiyorum, hiç bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Transfer gerçekleşti ve ikisi de "Ben ayıp ettim, eşeğim, özür dilerim" dediler, o günden beri de tırmalıyorlar blogu ısrarla, ünlemlerle soru sormalar, herşeyi danışmalar, eğlenceli tipler yani. Her neyse derine inmeden devam ediyorum.
    

     Diyeceğim şu ki, futbol fazla gelişti. Bazı bünyeler, hatta bazı ülkeler kaldıramadı bunu. Yapılan sürpriz transferlerden sonra kimi insanların düşük IQ oranı iyice dibe vurdu, bir yerde zararlıymış futbol yani. Şaka. Bu zekası geride kalmış insanları ilgilendirir.
     Futbol, benim hayatımda su içmek gibi birşey. Yolda pet şişe görsem kaldırıp sektirmeye başlarım hatta, çıkamaz hayatımdan futbol, kesinlikle kabul etmiyorum. (Kendi reklamımı da yapabilirim böyle. bkz*ilk yazı : N'aber?)
     Şimdi sonuç bölümü zor bir yazı seçtiğimi farkettim. "Alaska'da hayat" şeklinde değiştirmeyi düşünüyorum hatta başlığı şu an ama bitirmek gerek başlanan işi. Galatasaray'la bitireyim.
     Türk Futbolu; gelişiminin en az %75'ini Galatasaray'a borçludur. Bu takım şimdiye kadar bu ülkede kimsenin imza atamadığı, yanından bile geçemediği bir tarihe sahiptir ve hala bunun karşısında direnme çabasında bulunanlar vardır, dirensinler, yaslanın arkanıza izleyin sade bir tebessümle. Bunları da kabul etmiyorlarsa; dos Santos, Cristian Baroni, Colin-Kazım ve buna benzer transferlerden sonra, Harry Kewell, Milan Baros, Jo, Kader Keita, Giovani dos Santos ve bu transferlerin türevlerine göz gezdirmelerini rica edin, onlar iki dos Santos arasındaki 7 farkı anlasın, sizin başınız ağrımasın. Her neyse biraz taraflı oldu ama büyük takım tutmanın dezavantajları işte, kızmayın Fenerbahçeli arkadaşlarım, siz de yeniyorsunuz bizi sahanızda hep, doğanın dengesi sağlanıyor bir şekilde. Fenerbahçe Galatasaray'ı, Galatasaray Beşiktaş'ı, Beşiktaş Fenerbahçe'yi yener, kupayı Galatasaray alır. Şu günlerde yaşattığı heyecandan dolayı da bir Haldun Üstünel ismi geçmelidir bu yazıda en azından, herkes onun eline bakıyor. Tarafsız olmaya çalışacağım. 
     Tamam. Bunları geçiyorum artık, klişeyle bitireyim. Futbol, barış, dostluk ve kardeşliktir. Futbol, dille değil akılla oynanması gereken bir oyundur. Bu gerek saha içinde, gerek saha dışında böyledir.Ölümsüz, kavgasız bir dünya futbolu herkesin yararına olur, o büyük kavgaların çıktığı İngiltere'de, ezeli rakip olan aynı bölge takımları Liverpool ve Everton ; arada hiçbir bölme olmaksızın yanyana maç izleyebiliyorlar, geniş kapasitenin yararları, öyle olması gerekiyor.




- Futbol güzel şey -

Öneri No:3


  • Damien Rice ;
                   

    Closer filminin en sevilen yanı "Blower's Daughter" isimli şarkıdır şüphesiz. Çünkü o mükemmel kadroya rağmen çok dolu bir film gibi gelmemişti bana. Bu yüzden de Closer dendiğinde herkesin aklına gelen ilk şey, Clive Owen, Jude Law ya da Julia Roberts değil bu şarkı olmuştur. Bu şarkıya tutulmuştum o zaman. Sıradan olduğunu bile bile günde en az 10 kez dinlerdim. Ses farklı çünkü, kendine özgü bir müzikal kalite var adamda. Yine şans eseri albümüne rastladıklarımdan o da. "O" adlı albümünü görmüştüm önce, sonra "9"u gördüm. Toplamda 3 albüm sürmüş piyasaya. 1973 - İrlanda doğumlu kendisi, parçalarında gitarları çalan da o. Öneri demek hafif kalacaktır bu adam için, ölmeden önce yapılması gerekenler listenize "Damien Rice dinlenecek" şeklinde bir not alın bence.
      
  • Özellikle sevdiğim şarkıları ;

    1. Blower's Daughter,
    2. 9 Crimes,
    3. Amie,
    4. Accidental Babies,

    5. Your Ghost,
    6. Waters of March*,
    7. Coconut Skins, 

    8. Volcano  şeklinde devam eder. Ama unutulmaması gereken bir şarkı daha var, o da Damien Rice'ın Herbie Hancock ve Lisa Hannigan* eşliğinde söylemiş olduğu Don't Explain adlı şarkıdır. Piyanoda Herbie Hancock'un yerlerine çok güzel oturttuğu caz akorları, Damien Rice'ın farklı tarzı, Damien Rice ve Lisa Hannigan'ın uyumu, ikisinin dinlendirici sesi ve viyolonsel solosu melodiyi farklı ve eşsiz kılan etkenlerdir bana göre.

    *Waters of March : Antonio Carlos Jobim bestesidir.
    *Lisa Hannigan : Damien Rice ile "Don't Explain" dışında çalışmaları da mevcut olan 1981 - İrlanda doğumlu söz yazarı ve şarkıcı,aşağıdaki de ikisinin bir fotoğrafı.





    Beğenmeniz dileğiyle,afiyet olsun...




28 Ocak 2010 Perşembe

Hayat(ım)a Dair...



          Genel kültür kulvarının biraz dışına çıkayım dedim şimdi. Eskiyi, şimdiyi, eskinin şimdiye göre daha kolay oluşunu düşündüm, geç oldu tabii onun da etkisi yok değil. Eskiden ne kadar zordu değil mi hayatımız, hani tam anlamıyla "çocukluk" dediğimiz dönem. Yatma saatin, yemek saatin, yatağa yattığın halde uyumadığın her an için üzerindeki baskı, karnendeki kırık, sınavdan aldığın bir 80'in "neden 100 değil" şeklinde değerlendirilmesi, evdekilerin yaptığın herşeye kızacaklarını düşünmen, hayat bilgisinden aldığın 4'ün bile, benzeri bir dolu şey işte. Şu yaşadığımız dönemde ne var? O zamana göre oldukça fazla özgürüz hepimiz, beslenme çantalarımız yok, istediğimiz anda istediğimizi yapabiliriz başkalarına zarar vermeden,bu da özgürlük ve demokrasinin ilkokul tanımı işte hala kalmış kafada,varmış geçmişteki bazı şeylerin yararı meğer... Ve sıkıntılar. Hepsi daha ciddi,yıllar hatta saniyeler geçtikçe daha da artıyor bunlar, nereden ne geleceğini bilemiyoruz bazen, hiç ummadığımız birşey sıkıyor canımızı bir anda, ya da unuttuğumuz gömdüğümüz birşey hiç olmadık zamanda geliveriyor aklımıza. Şunu diyoruz o an : "Keşke..."Keşke bunu yapmasaydım, keşke orada bunu yapsaydım, keşke bu hareketimi gizlemeseydim, keşke olabilseydim o an kendim gibi, keşke. Ama o "eski" var ya hani beslenme çantalarımızın olduğu zamanlara denk gelen dönem. O zamandan belli kişiliğimiz aslında. O zamandan neyin doğru neyin yanlış olduğuna kişiliğimiz doğrultusunda inandırıyoruz kendimizi. Yüzeysel bakmak istemem. "Yalan yanlıştır", "ikiyüzlülük kötüdür", "dedikodu çirkindir", "adam öldürmek çok ayıp", "küfür mü? duymamış olayım" vs. Bunların kötülüğünü bilsek de, dünyanın bildiği bu kötü kalıpların hepsinin bilincinde olsak da hangisini yapmadık şimdiye kadar? Seçenekleri biraz geriye dönüp tekrar okuyanlar ve sonucunda "e adam öldürmedim" diyenler var. Öldürdünüz! Hiç olmadık anlarda derinlerinizde, umrunuzda olmayan bir yığın ceset var aslında. Annenizi kırdınız,babanızın arkasından "herşeyi de sen biliyosun be!" diye sövdünüz. Evet yaptınız. Beklemedikleri anda vurdunuz onlara, tertemiz, sadece sizi düşünen kalpleri kırıldı, bir kere daha öldüler, ertesi gün farkettiniz hatanızı, üzüldünüz, akşamına bir daha, bir daha, bir kere daha vuruldu, bir kere daha kalpleri acıdı, gizli gizli gidip ağladılar kimseye duyurmadan. Yanlış anladıkları şeyler olmuyor mu? Oluyor. Bilgisayarı sizden daha mı iyi biliyorlar? Hayır. Ama sizin kötülüğünüz için birşey yapıyorlar mı hayatları boyunca? Buna da hayır. Sizi karşılık beklemeden sonuna kadar sevecekler aynı zamanda...


Refleksen öldürüyoruz insanları, en basit örnek bu aile örneği. Küçükken seni seven bir kız vardır, çirkindir, kimse bakmaz ona, arkadaşı yoktur, sana aşıktır ama ve bu da kalbi olduğunu gösterir. Yok ki daha güzel birşey, ileride göremeyeceksin o saf sevgiyi dışarıdaki kimseden inan, kimseden göremeyeceksin o karşılıksız ilgiyi, kimse öyle dalıp gitmeyecek sana. Ama geçti, ayrıldı yollar sen ona küçümser gözlerle baktığında, onu da öldürdün. Bu kadar kolay işte cinayet işlemek, ve bu kadar kolay masum bir insanın kalbine parmak izini bırakmak. Bunun dışında ; yalan söyledik, arkadan konuştuk, dedikodu yaptık, bir ton insanlık suçu işledik. Kurtulanlar var, kurtulmayanlar var. Ama ilk diyeceğim şudur. "Sevebiliyorsan herhangi birşeyi,insansındır." Ağlayabiliyorsan duyguların vardır, dışarıda gülüyorsun, en dandik şeye bile gülüyorsun, o kadar çok kahkaha atıyorsun ki herkes sana bakmaya başlıyor amacının ne olduğunu bilmedikleri için. Bilmiyorlar ki eve gittiğinde nasıl bir ağırlık çöküyor üstüne, nasıl zor geliyor o kalbi taşımak, bilmiyorlar ki onların arasında taktığın o kusursuz maskeyi çıkartıp, herşeyi her detayıyla düşündüğünü... Bilmiyorlar ki.
          Vardır öyle etrafında "normal" insanlar dışında soytarılar. Senin ne hissettiğini, yapmış olduğunun herhangi bir hamlenin derininde ince bir düşünce olduğunu anlamazlar, zorla değil ya basmaz kafaları. Onlar sadece kendisine gülündüğünü düşünen zavallılardır. Espri de yapamazlar, hiçbir işe de yaramazlar. Ama onlarsız da olmaz ki, çaresiz hissettiğin zamanlarında onları gözünün önüne getirerek kendini şanslı hissedersin. Kötü bir örneği görmeden kendine iyi diyemezsin bazen. Hayatımız boyunca hata yaparız ama sonuç olarak. Bunların birini saklayacak bir iyi hareketimiz olsa da bir diğeri çıkar meydana. Döngüdür bu, asla mükemmel olamazsın. Yanlış anlaşılırsın en kötü,canını sıkma yani elbet bir kulp bulunur sana takılacak. En kaliteli hareket de etrafındaki insanların sende "iyi" olarak nitelendirdikleri yönlerin için; senin kullandığın "neden daha iyi değil?" cümlesidir. Tanıdık geldi değil mi eskilerden... Evet babanız diyordu bir zamanlar, hala da mükemmelliğinize inanıyor ve içinden geçiriyor onu sizin yeterli gördüğünüz kendi hareketlerinizde: "Neden daha iyi değil?..." İnsanın hayattaki varoluş nedenini, amacını açıklar bu. Bunu demiyorsa, acımasız olmayayım düşünmüyorsa en azından boş bir insan olduğu açıktır. Daha da derinlere inmeden aslında insanların bilmesini istediğim birşeyi söylemek istiyorum. Hayatınızda değerli insanlar var, ve bunların sayılı olması (aile dışında) daha iyi birşeydir. Klişe gelebilir ama 100 tane sıradan arkadaşın olsa hiçbir şeyini paylaşamadığın, 3 tane seni önemseyen, seni en zor zamanlarında dinleyen dostların olsun. Bu güzel bağları kurabildiğinde zaten bunun dışında da 100 adet arkadaşa sahip olmana kimse birşey demez canım,hayret birşey. Toparlamam lazım artık bence...
          Amaçtan sapmış gibi göründüm bu yazıyla ama hayır, bana geldiklerinde böyle yazarım arada, güzel oluyor, günlük değil ama bu, herkes hayata dair felsefesini ya da görüşünü yazmasın, birbirimizi jiletlemeyelim burada, hoş olmaz. Her neyse.
Değer bilelim istiyorum, gördüğüm şeylerden sonra hayatımda şimdiye dek, değerlerin bilinmesi. Zararı dokunmayan insanları incitmek anlamsız,bunun farkına varalım en azından. Umarım intiharınıza sebep olmamışımdır, gerçek anlamda adam öldürmek istemiyorum çünkü. "Hayat güzel şey, en büyük ders insana..."





Saygılarımla...

27 Ocak 2010 Çarşamba

Öneri No:2


  • Film;


1.   İlk olarak etkilendiğim bir filmden başlamak istiyorum.Bu da çok saçma oldu,etkilenmesem niye yazayım buraya? Neyse idare edin şimdi.Elbette tek bir filmle kısıtlamam anlamsız bunu çünkü çok fazla film izledim,iyiler arasında sıralama yapmak da oldukça zor,bu yüzden diyorum ki klasiklerden başlayarak günümüze doğru geleyim,aklıma geldikçe yani o da,neyse çok konuştum Shawshank Redemption'la (Esaretin Bedeli) başlayayım.Filmde Tim Robbins ve Morgan Freeman döktürmüş çoğumuzun da bildiği üzere,hatta Godfather'ı sollayarak dünyanın en iyi filmi unvanına sahip olmuştu. Ben de bu kadar uzun ve ağır bir filmin beni uyutmamasına hayran kalmıştım,mükemmel bir yapıt.Filmin afişinden "hayat dersi" niteliğinde bir deyiş ile sonlandırıyorum. "Korktukça tutsak, umut ettikçe özgürsünüz..."




2.   Film kategorisinde daha fazla nasıl haykırsam diye düşündüm bir an,sonra da "haydi aktör ve aktris söyleyeyim birer tane,böylece dağılsınlar" dedim.İlk aklıma gelen ne kadar seversiniz bilmem ama Will Smith.Daha iyi oyuncular yok mu? Var.Son zamanlarda başrolünde oynadığı ağır filmleri minimum 2 kere izledim,ve minimum 2 kere ağladım demektir bu da. Filmler "The Pursuit of HappYness" ve "7 Pounds". İki filmde de çok can alıcı yerler var, saymakla bitmez. Ve asıl noktaya geleyim,bu adamın asıl mesleği şarkıcılıkken,gözlerini bir anda bu kadar iyi doldurabilmesi,bu kadar doğal ağlayabilmesi,bu kadar güzel sinirlenebilmesi, "aktör" adı altındaki korkunç gelişimini gösteriyor. E haketmiş adam,takip edin zenciyi.



3.   Léon'un İsrail doğumlu ufaklığı yapsın bu sefer başlangıcı diyorum.O kız büyüdü, büyüdü, büyüdü, Star Wars'ta oynadı, ödüllü Cold Mountain'de (Soğuk Dağ) oynadı,Garden State'de (Eve Dönüş) oynadı, patlamayı da V for Vendetta'da yaptı.1981 doğumlu birisi için oldukça büyük işler bence.Herkes de başarılarının farkında zaten.Onun Léon filmindeki halini görenler,hala 20 yaşında falan sanıyor,ben de öyle sanıyordum da 28 olmuş,büyümüş biraz,küçüklüğünü bilirim be!Her neyse,aktris olarak da Natalie Portman diyerek "Öneri No:2" başlığına son veriyorum.



-Yani neymiş?-

1.Film önerisi : Shawshank Redemption

2.Aktör takibi : Will Smith

3.Aktris takibi : Natalie Portman

...

26 Ocak 2010 Salı

Öneri No:1

Evin içinde darlandığım şu dakikalar içinde bahsettiklerimi uygulamaya başlayacağım korkarım şu an,haftada/ayda bir yapmayı düşünüyorum bunu.Önce öneri olarak müzik,film,dizi,sonra favorim olan spor takımları,spor insanları.Sıralama bu şekilde...

  • Müzik ;
  1. Şarkı önerisi olarak bu madde dikkate alınabilir,son zamanlarda en çok sevdiğim,daimi idolüm Chris Botti'nin "Venice" isimli parçası oldu,"Italia" adlı albümden.Bu kadar uzun süredir nasıl dinlememişim de atlamışım onu hayret ettim,gerçekten etkileyici,her zamanki gibi harika.




  2. Chris Botti dışında "Blue Café" diye bir grup keşfetmiştim çok önceden,ama bu büyük keşfin farkında değildim,onlarla ilgili bulduğum ilk parçanın adı "Latino"ydu.Demiştim ki kendi kendime:"bu da çakma sıradan gruplardandır..." Karışık bir yaz albümünden çıkmıştı,sanırım "Very Cafe Latino- Very passion- Romantica Fantasia 2" bu albümün adı ve dinlenebilirlik açısından iyi bir albümdü o da.
    Her neyse,yaklaşık 2 ay önce şans eseri grubun albümüne rastladım,kalitesi ortadaydı ve her şarkıya ayrı ayrı gösterilmiş olan özen de açık şekilde belli oluyordu.Ya bulun,ya da benden isteyin merak ettiyseniz bu sağlam Polonya kökenli grubu,benden söylemesi.

  3. Grup değil de bireysel olarak kusursuz birisini arıyorsanız olay Michael Bublé'dir.Maalesef "dir" diyerek bitiriyorum çünkü ne yazık ki "Babıl" şeklinde okunmuyormuş,amele gibi "Bublé" demek durumundayız,açıklaması da beyefendinin Kanada vatandaşı olması.Sonuç olarak bu adamın tek bir yanlışını bile göremedim,uzun süredir takip ediyorum kendisini,sahne şovu mükemmel,şarkı söylerken çok doğal,inanılmaz derecede dinlendirici,pamuk gibi bir sesi var,türü de herkese hitap eder bence,bu genç adama dikkat edin yani.


    -Sonuç olarak-

    1.Şarkı önerisi : Chris Botti - Venice

    2.Grup önerisi : Blue Café

    3.Müzisyen önerisi : Michael Bublé

    ...

N'aber?


Ben iyiyim,sıkıntıdan yazıyoruz tabi ama olur o kadar,ayrıca bir panda olmadığımı belirtmekte kesinlikle yarar var.Her neyse,bu blog takipçilerin önerilerine de açık bir blog olsun diyorum,blog açmaya üşenenler söylesin birşey "şundan da bahset" desin,yapabildiğim kadar yaparım,halka da açıldım hemen,ne kadar süpersonik bir esnaf olduğum buradan anlaşılabilir.

Blogda genellikle müzik,film,oyun,spor(daha çok da futbol),güncel haberler,ilgi çekici çeşitli şeylere yer vermeyi düşünüyorum. Merak edilen ilginç tespitler de konu olabilir tabi bunlara,tavsiyelerim olur,"şu diziyi izleyin","bu adamı dinleyin" derim,güldüğüm olayları yazarım,öyle okursunuz siz de,iyi okuyun bir daha yazmam "önsöz" yerine kabul ettim bu yazıyı,ilkin hatrına yani,yoksa oohoo affetmem ki...


Sonuç olarak grafiği harika olan oyunlardan Chris Botti'ye,Godfather serisinden son transferlere,Adriana Lima nerede çay içiyordan tut Brad Pitt nerede dürüm yiyor,uyan uyan şaka yaptım.

Öyle işte,vatana millete hayırlı olsun,iyi eğlenceler.