27 Eylül 2010 Pazartesi

Son...


          Dışarıda kar vardı, soğukla beraber ölümün sessizliği vuruyordu puslu pencereden her baktığımda yüzüme. Pencerenin başından ayrılmadan hafifçe başımı çevirdim kulübenin kalan kısmına, derin bir nefes aldım anılara bakarak. Sırtıma aldığım battaniye bile etkisini kaybediyordu ama artık,  içime çektiğim derin bir nefes değil; küçük bir buz parçasıydı sanki, ürperdim. Tüm sevdiklerimi kaybettiğim iki odacıktı bulunduğum yer altı üstü… Tek başıma daha ne kadar idare edebilirim burada hiçbir fikrim yok, herşey beni sıkmakla beraber bezdiriyor çünkü. Kitap mı okumadım, müzik mi yapmadım, yemek mi yemedim? Hepsini yaptım, ve evet; yemek yemekten bile sıkılıyorum, bu bile bezdiriyor artık beni. Ne yapmam gerektiğini bilemiyorum.
          Sanki küçücük, temiz havadan uzak, bir adım çapında karanlık, boğuk bir bodrum katına kilitlenmişim ve çaresizce bekliyorum. Sanki üstüme kapanmış bir kapağın çatlamasını ve aradan güneş ışığının bana ulaşmasını diliyorum. Artık tutunacağım hiçbir şey yok, ne sarılacağım bir karım, ne hafta sonları beni bisiklete bindirecek bir babam, ne de başını okşadığımda hüznümü unutturacak köpeğim… O bile bıraktı beni, iki yıldır yok her sabah terliklerimi önüme taşıyarak "günaydın" diyen Bruno.  Her sabah masamın başına geçip pipomdan yükselen tatlı dumanlar arasından birşeyler karalıyorum sadece, bir de kahvem var, gözlüğümü buğu yapsa da iyi geçiniriz. Yazıp çizmekten, emektar masamdan, pipomdan ve kahvemden art niyet beklemem, hayatım boyunca yüzümdeki çizgiler kadar tedbir kullandım ne de olsa. Çok gördüm, meleğiyle şeytanıyla bir yığın varlık geçirdim hayatımdan. Zararı dokunmaz kahve çekirdeğinin, bu koku beni son zamanlarımda gülümsemeye en çok yaklaştıran şey. Evden çıkmak istemeyi o kadar özledim ki aslında… Ah yaşlı Mauricé, Penelopé ile geçirdiğin koca ömrün yarısı küçük kulübene göz kulak olan bu ormanı dolaşmakla geçti. Karımı çok severdim, en büyük keyfimiz bu yaşlı ormanın içinde keşfe çıkmaktı. İçinde küçücük balıklar olan berrak bir dere gördüğümüzde mutluluğumuz paha biçilemez olurdu… O kadar uzaktık ki herşeyden, birbirimiz varken o kadar gereksizdi ki bizim dışımızdakiler… Başı omzuma dokunduğunda, saçlarının kokusu öyle bir işlerdi ki içime, gözlerimi kapatmaktan başka bir çarem kalmazdı. Yaşadığım en güzel rüyaydı Penelopé, güzel meleğim benim…
          Gitmeyi bekliyorum artık, sonu olan, fakat sonu görünmeyen merdivenleri bekliyorum. Beyazı hakedebilmişimdir umarım, her gün bunları düşünerek uyuyorum sallanan sandalyemde, ve sabahında kendi sandalyemin gıcırtılarıyla uyanıyorum. Ne kızıyorum, ne mutlu oluyorum, yaşadığım hissizliği hissedebiliyorum yalnızca. Ben bu değildim, ben severdim yaşamayı, attığım her adımda yeni bir şey öğrenebilme şansını severdim. Ben herkesin risk saydığını fırsata çevirmeyi severdim. Ben gökyüzüne bakarken burnuma aniden çarpan reçine kokusunu severdim… Şimdi bulanıklıkla başbaşayım, kendime soru soramaz oldum, sorabildiğim sorulara da en iyi cevabım “bilmiyorum”...
          Bu gece gözlüğümü başucuma bırakıp uykuya daldıktan sonra, yüzeye bir daha çıkamayacağımı söylüyor içimden bir ses. Sevdiklerimden geriye bir ben kaldım, bu hoşuma gitmiyor tabii ki. Bu satırları yazarken döktüğüm şeffaf ve kırmızı gözyaşlarımı silip, beni sarılarak teselli edecek annem de yanımda yok şimdi, keşke elinin sıcaklığını hissedebilsem. Ama keşkelere yer yok, buna inandırmıştım kendimi onlar gittiğinden beri; ayaktaydım bunca yıl, onlar olmadan düşmemeyi ve düşünebilmeyi başardım. Aynı acımasız hayat, şimdi bana sinsice gülümseyerek saati gösteriyor ve ekliyor; “uyku vakti”…
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder